12 Eylül 2011 Pazartesi

Yaşam hasatlayan, Smir (3)

Romulion çağrı büyüsüne cevap verdiğinde Smir'in korkunç suratına kocaman bir sırıtış yayıldı. İşte Rom buradaydı ve üstelik hissettiği cevabın ezgisine bakılırsa iyi durumdaydı.

Romulion iblis evcillerini "gölgeler boyutu" olarak anılan güvenli bölgeye dinlenmeye gönderdikten sonra ulaşım büyüsüne başladı. Büyülü sözcükleri emirle söyledi ve Smir'e bir talep gönderdi. Smir'in Şatosu'nun içi bir yana, birkaç fersah yakını bile ondan izin almadan ulaşım büyüleri yapılmasına imkan olmayan bir alandı. Smir'in kendi sabit korumaları ve Şato'nun kendi temel korumaları çok geniş bir alanda büyülü bir güvenlik çemberi kuruyordu.

Smir'in talebi hemen kabul edildi ve yol gösterici büyülü semboller ile Romulion'un ulaşım büyüsü tam Smir'in onu beklediği yere yönlendi.

"Çilekeş Romulion! Rom!" diyerek neşe ve heyecanla karşıladı Smir!
"Selam sana, Usta," diye gülümseyerek karşıladı Rom. Smir'i sanki asırlardır görmemiş gibi hissediyordu. Bıçağın iki yüzü de keskindi. Hem Smir yönünden hem de Rom yönünden bu aslında doğruydu. O kadar uzun zaman olmuştu ki...

İki gölgeörücü sıkıca kucaklaştılar. Bu gölgeörücüler, hatta usta-çırak olanlar, için bile son derece alışılmadık bir tabloydu. Bir gölgeörücünün çırağı olmak bazen çırağın hayatına mal olurdu. Bazen de ustanın hayatına. Bu lanetli bir birliktelik idi.

"Seni görmeyeli uzun zaman oldu Rom. Ulaşma çabalarım hep sanki yokmuşsun gibi boşa çıktı. Hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Nerelerdeydin?!

Rom gülümsedi. Bu sahneyi birkaç kez daha yaşamıştı. Sıradaki soruları da tahmin edebiliyordu.
"Unuttum, Usta."
Smir şaka mı yapıyor yoksa söylemek istemiyor mu diye Rom'a baktı ama yüzünde samimiyeti gördü. Ciddi ve biraz da huzur-hüzün karışımı, hem rahatlamış hem de yaşlanmış bir ifadeyle bakıyordu Rom.

Smir onun gerçekten unuttuğunu anlamıştı.
"Hatırlamayı denedin mi?" diye merakla ve ne düşüneceğinden emin olamaz biçimde sordu.
"Elbette. Unutmanın bir bakıma daha iyisi olduğunu içimde hissettiğim halde hatırlamayı denedim. Ama başaramadım. Büyüyü de denedim."
"Başkalarından yardım almayı denedin mi?" diye sordu Smir.
Rom gülümsedi. Açıkça geliyordu teklif.
"Dostlarımdan bazıları denedi. Ama aldıkları cevap.. Pek beklemedikleri bir şeymiş gibi hissettim. Pek konuşmaya gönüllü değillerdi.. Ben de sormadım. Ortak bir noktada buluştuk. Artık böyle iyiyim, Usta."
"Yine de, istersen bir denemek isterim, Rom?" diye sordu Smir.
"Elbette. Hiç sorun değil. Yalnız dikkatli ol. Bazı arkadaşlarım zorladılar ve biraz acılı biçimde başarısız oldular."
"Acı bizim için hiç sorun olmadı Çilekeş çırağım," diyerek güldü Smir. Dosta güven, düşmana dehşet verecek bir kahkaha izledi bu sözleri.
Rom başını sallayarak güldü.

Smir ellerini Rom'un başına yerleştirerek bir kez daha denedi. İlk başarısız denemenin ardından bu defa temasla güçlendiriyordu büyüyü.

Smir kavgayı görebiliyordu. Rom ve yanındaki kalabalık arkadaş gurubu derin yeraltı denizlerindeki bir adadaydı. Cüce paladin Althar ve kardeşleri akıncı Bolthar ile silahşör Hunthar, insan paladinler Bulutz, Lokka ve Karlitta, gölgeörücü Eris, büyücü Cens, bir holen olan suikatçi-hırsız Jakk Perfekto Triksturm, ünlü bir cüce savaş rahibi olan Berd Sarhoşsakal, Lin Yeşilpınar adında bir eld druid... Eski, kocaman bir tabyanın kocaman koridorlarında korkunç bir savaş vardı. Uğursuz, kirli ruhların ve ölülerin ayaklanıp iblislerle birlikte karşılarına çıktığı bir kavgadaydılar.

Yollarının sonunda istediklerini almaya çok yaklaşmıştılar ama gurup gücünün sonuna dayanmıştı. Tam o anda, o geldi. Bir "gazap efendisi" güçlü bir büyülü tuzağın parçası olarak çalışan geçit yarığından önlerine atlamak üzere hareketleniyordu. Bir gazap efendisi gurubun gücü tazeyken bile tek başına onu zorlayacak bir büyük bela demekti, şimdi ise felaketleriydi. Rom hiç düşünmeden, arkadaşlarının önüne atladı ve gazap efendisi daha geçitten yarı geçmişken onunla çarpıştı. Ne yaptığını o kısacık anda kimse anlayamamıştı ama Rom bir an içinde geçidin diğer yanındaydı ve Gazap Efendisi de o yana geri çekiliyordu.

Arkadaşları Rom'un arkasından bağırırken ve gurubun yarısı yaralı bir cüceyi zar zor zaptedip peşinden sürüklenirken Rom cüce silah arkadaşına fısıldıyordu. Smir sesi duymadı ama dudakları okuyabiliyordu. "Onu tutacağım. Benim için bir ara geri dön, Althar. Ama şimdi, GİT LANET OLASI CÜCE!!!"

Sonrasında geçit yarığı kapanıyor ve Romulion ile gazap efendisi gözden kayboluyordu. Smir bu noktadan ileri gidemedi. Orada hep karanlık vardı.

Sessiz, ılık ve yalnızdı karanlık... Karanlığın böyle olmaması gerekiyordu!! Burada kocaman bir terslik vardı. Smir çok zorladı. Yakın zamanda kendini bu kadar zorladığı bir yer daha olmamıştı. Yaralanmış ve çetin bir kavga vermiş olsa bile geçen günkü büyük dehşetkanatlar kavgası bile onu bu kadar zorlamamıştı.

Bütün bu zorlanmanın içinden bir anda aydınlık; Gözü acıtan ve insanı kör eden bir aydınlık, içine düştü. Sonra da içine dolan koca bir korkuyla beraber süratle bütün o geldiği yolu karanlığın içinden geriye sürüldü. Smir, Rom'un zihninden geri atıldı. Hem de başdöndürücü bir hız ve güçle.

Smir ayakta sarsıldı ve sendeledi. Rom'un şakaklarına dokunan parmak uçları gümüş alevlerle yanıyordu... Kutsal akateşti bu...

"Sen ne b...ka bulaştın böyle Rom?" diye farkında olmadan seslice sordu Smir. Parmaklarında yanan gümüş alevler ve Rom'un zihninden kalmış acılı hatıralar içinde geçmişten kalmış kendi hayaletlerini diriltiyordu.

Rom güldü.
"Hatırlamıyorum. Unuttum, Usta," diyerek biraz rahatsız, biraz mutlu güldü gölgeörücü.

Smir ve Rom birkaç dakika bir şeyler içip soluklanırken konuyu dağıttılar.
"Saçların iyice beyazlamış Rom."
"Sen de iyice deri değiştirmişsin, hem seni biraz daha kambur gördüm Usta," diye takıldı Rom. İkisi de bedeller ödüyor ve nişanlar taşıyordu. Bu gölgeörücüler arasında iyi niyetlerin söylendiği dostça bir konuşmaya en yakın şeydi.

İkisi de kahkahalarla güldüler.

İçtiler ve beraberce eski günlerden konuştular. Beraberce geçirdikleri ve eğlendikleri günleri hatırladılar. Smir, Rom'a yeni goleminden söz etti ve onu Kael ile tanıştırdı. Rom tarifsiz etkilenmişti.
"Dörtlü'yü gönderdikten sonra yerine bir şey koyacağını biliyordum usta ama Kael eşsiz bir yaratım. Gözleri, gözleri... İnanılmaz. Bunu nasıl başardın Usta!?"
"Hepimizin sırları var Rom. Bazılarının zamanı var, bazıları bizimle yok olup gidecek."
"Bu zamanı olanlardan olsa iyi olur, Usta," diyerek güldü Rom. Smir de onunla güldü.

Romulion da ona geçit büyüleri üzerinde yaptığı araştırmalardan ve arayışlarından söz etti. Geçitler şu son dönemde, yani hatırlayabildiği son dönemde, vaktinin çoğunu alan bir arayış olmuştu. Rom diğer diyarlarla kopan bağın bir şekilde yeniden kurulabilmesi için uğraş veren Demir Cemiyetiyle bağlantılıydı. Üyesi olduğu savaş gurubu Demir Cemiyeti adına görevlere çıkan bir kahraman gurubuydu.

Konuşmaları bir süre daha oradan ve buradan devam etti. Sonra sessizlik daha çok öne çıkmaya ve ikisinin de düşünceleri derinleşmeye başladı. Uzun zamandan sonra konuşmuş, iki dost ve usta-çırak olarak hasret gidermiştiler. Birbirlerini yeniden tartmış ve yeniden değerlendirmiştiler. Yani yapılması gereken bütün ön çalışma yapılmıştı.

Bu ikisi önemli ve gerekli bir durum olmadan pek biraraya gelmezdi. Aralarında güçlü bir dostluk vardı ama zaman içinde, ikisi de güçte yükseldikçe, bir şekilde bir mesafe de ellerinde olmadan oluşmaya başlamıştı. İkisi de bazen buna tam anlam veremese de ikisi de bunu kendi yabaniliğine veriyordu.

"Peki Usta, hoşbeşi tamamladık. Güldük, eski günleri andık. Yenilerden haberleştik. Şimdi tükür içindekini," diyerek kendisine takıldığı üslupla Ustasına takıldı Rom.

Smir koca bir kahkaha attı. Neşeli ve aynı anda da gergin bir kahkahaydı bu.

"İyi bir öğrenciydin Rom. Sen en iyi çırağımdın."
"Elbette. Farkındayım. Diğer ikisini öldürdüğünü söylediğinde en iyisi olmaktan başka çarem kalmadığını anlamıştım," diye gülerek açıkladı Rom. Gerçekten de öyleydi.

"Öyle değildi bir kere. Yapma Rom. Onları beni öldürmeyi beceremedikleri için öldürdüm. Aslında, hayır. Bunun için değil. Ahmak oldukları ve benim zamanımı boşa harcadıkları için öldürdüm. Daha bir iki güçlü büyüyü yapabilmeyi öğrendikleri anda beni öldürebileceklerine inanacak kadar ahmaktılar. Kendime çok kızdım. Bu yüzden onları öldürdüm."
"Kendi ahmaklığına kızıp çıraklarını öldürdüğünü söylüyorsun. İnsanın kusurlarını görüp itiraf edebilmesi büyük bir olgunluk. Ustam olduğun için hep gurur duydum, Smir."
"Bana tatlı tatlı hakaret ediyorsun, Rom," diye sitemle kızdı Smir.

Bir kez daha dost kahkahalarla güldüler..

"Tükürme zamanı ne yazık ki geliyor Rom. Gece bir yerde bitmek zorunda ve sabah gelmeden ben bu konuşmayı bitirmek istiyorum. Bir randevum var ve yola çıkmadan önce halletmem gereken işler var. Seninle konuşup halletmemiz gerek işler var. Senden iyilikler isteyeceğim, sevgili Çırağım, arkadaşım Çilekeş Romulion."

Bunu öyler ciddi ve içten söylemişti ki Rom'un ağzından hiç düşünmeden ve samimice çıktı cevap.
"Elbette, Smir Usta. Elimden gelen her şeyi yaparım."
"Büyük sözler verme Rom."
"Kişi, sonunda, sadece elinden geleni yapabilir, Usta. Bundan ötesini zaten yapamayız. Seni dinliyorum."

Smir gülümsedi. Çırak dese de Çırak artık çırak değildi. Kendiyle gurur duymadan edemedi. Romulion da bir Usta olmuştu.
"Al bu emaneti Rom. Bunu açıp okuman gereken bir zaman var. Yakında gelecek o zaman. Geldiğinde büyük bir şey olacak ve sen o anda anlayacaksın. Çok ama çok yakında. Bunu bilmeni istiyorum," diye konuşuyordu Smir. Elindeki mühürlü bir zarfı Romulion'a uzatıyordu.

"Nedir bu Usta?" diye sordu Rom.
"Mirasım, diyebilirim sanırım," diye kısaca söyledi Smir.
"Ölmeyi mi planlıyorsun Usta?" diye kızgınca sordu Rom.
"Saçmalama Rom. Bu sadece gelen zor günlerde aklımı biraz daha ferahlatmak için aldığım bir önlem. Gelen günler çok zorlu olacak Rom. Bunu sen de iliklerinde duyuyor olmalısın, buna hazırlanmalısın. Bir şey geliyor hem de sessizliğin arkasından gümbür gümbür geliyor. Değişim geliyor..."

Rom Başını salladı. O da diğer Büyükustalar gibi bir tekinsizliğin büyünün bütün katmanlarında dalgalandığını hissediyordu. Güç, büyük bir dalgalanmaya hazırlanıyordu.

"Kızıl Mızrak Şatosu'nun Efendiliğini sana bırakıyorum Rom. Bana bir şey olursa ve Şato Efendisiz kalırsa, Kael'in sana ulaşması için gerekli düzenlemeleri yaptım. Sana ayrıntıları o taktirde anlatacak." Smir geri çevrilme şansı bırakmadan bir görev gibi söylemişti bu vasiyetini.

Romulion bu konudan pek memnun değildi. Bu Şato'nun Efendisi olmanın tarihini ve anlamını biliyordu. Onyedi yıllık karanlık ve hatırlanmayan bir boşluğun üzerine bu birden çok ağır gelmişti.

"Sen onlara benden çok daha iyi bir Efendi olursun, Rom."
"Ben bunu istemiyorum."
"Ne istiyorsun?"
"Bilmiyorum."
"Ben ne istediğini biliyorum. Sen bağışlanma istiyorsun Rom. Ama ilk önce sen kendini bağışlamadan asla bu isteğine kavuşamayacaksın. Bunu derinlerde, içinde, sen de çok iyi biliyorsun. Ama yılların laneti içinde yıllarla birlikte; seninle birlikte büyüyor. Bu o kadar kolay değil. Biliyorum. Kendini bağışlamalısın Rom. Bunu iyi düşün. Yıllar önce yaptığını düşündüğün hata hata bile değildi; günah olduğunu düşündüğün şey günah değildi."

"Sonunda senin için her şeyin çözüldüğü an bu karar anı olacak; Kendini bağışlayacak mısın yoksa içindeki karanlığa köle olmaya devam mı edeceksin," diye konuştu Smir.

"Sen kendini bağışlamadığın için mi bu haldesin Usta? Birbirimizden pek o kadar farklı değiliz," diyerek konuştu Rom. Smir'in de yıllardır üzerinde taşıdığı yükler vardı.

Smir doğuştan kötü değildi. Kötü olarak anılması için yeterince cinayeti, neden olduğu felaketleri vardı geçmişinde. Kimileri ona canavar bile diyebilirdi. Smir bir kez savaş meydanına çıktığında oradaki tezahürler ile çok daha karanlık ve batık bir kişi oluyordu.

Smir durdu ve gülümsedi. Daros adında aptal bir gencin sözlerini düşündü. Gerçek kimin ağzından çıkarsa çıksın gerçekti. Bu, bu kadar basitti.

"Farklıyız Rom. Ben bağışlanma değil ceza arıyorum. Ve bu yüzden sen benden daha iyi bir efendi olacaksın. Kendini zorlama Rom. Sen bunun için doğmuşsun. Kolayca başaracaksın. Hem daha vakit var, yakınlarda büyük ihtimalle ölmeyeceğim," diyerek Rom'un acı çekmesinden zevk alan kocaman bir kahkahayla güldü Smir.

Rom, o anda, Ustasının başına ördüğü bu çorap yüzünden hiç ama hiç mutlu değildi. Ve Smir de yakınlarda ölmeyeceğini hissettiği için çok karışık duyguların girdabındaydı.

"Bizler güçlendikçe lanetimiz de büyür. Gölgebüyüsünün ilk kuralı budur Rom. Gücümüz lanetimizdir. Bizi izler, açığımızı kollar. En sadık yoldaşımız, eğer onun üzerinde tam bir irade ile hakim değilsek, en çok ihtiyaç duydyğumuz anda bizi sırtımızdan vurur. Bizi ele geçirir. Acımız ve korkularımız; İçimizdeki şeytanlarımız, bizi ele geçirir."

"Bu uzun bir yol Rom. Yaşam bazen güneşli bir gün, bazen de yağmurlu."

"Bu uzun yolda ben, uzun zamandır yağmur altında gidiyorum. Hep böyle değildi. Güneşli günler gördüm. Evet, hem de ne güneş... Belki de karanlığı bu kadar derinleştiren biraz da bu; Güneşli bir günün ne demek olduğunu çok iyi bilmek.. Ve ondan sürgün edilmek ise bir cehennem. Bu cehennemden çıkmak için kişinin göze almayacağı risk var mı? Bilmiyorum, cevap vermek istemiyorum."

Smir'in aklı gölgelere bulanmıştı ve şimdi yılların kargaşası gelgitlerle ortaya dökülüyordu. Smir dalgınca ve sakin bir tutkuyla oradan oraya savrulup içini döküyordu.

"Ben bu uzun yolda bir şey kaybettim Romulion. Güçte yükselirken bir şeyler kaybettim. Yoksa güçte derinlere batarken mi demeliydim..."

"Yaşlı Cuthrhun Üstad'ın dediği gibi belki de... Güç seni içten çökertiyor, asıl olan ruh belki de... "

"En iyi çabalarım, en büyük umutlarım boşa çıktı. En sevdiklerim beni yarı yolda bıraktı. Bir ömür verdiklerim bana sırt çevirdi. Mücadelemi anlamadılar, kavgamı paylaşmadılar."

"Yalnızlık derin ve soğuktu. Öfke vardı. Ne kadar çabalarsam çabalayayım hep reddedildim, hep bozguna uğradım."

"Karanlık beni sardı. Hiç ışık yoktu. Ben onlar için savaşırken uğrunda savaştıklarım beni görmedi, yüzünü öte yana çevirdi. Terk edilmişlik, yüz çevrilmişlik, reddedilmişlik.. Sonu olmayan karanlık bir denizde hiç bir yere varmadan boşa kürek çekmek... Ve derin bir kanayan yalnızlık yarası.. Öfke nefrete yanarken içim nasıl kükredi bilemezsin. Dönüm noktası buydu."

"Unutma, düşmanlarımız arkamızda bıraktıklarımızdan beslenip büyür. Ben arkada bırakıldım Rom. Hissettiğim şey varolşumun her zerresiyle buydu. Yalnızlık. Yine de uzun süre ışıktan yüz çevirmedim. Sadece, ışık için çarpışırken ışığın erdemlerine sahip olmak gerekmediğine hüküm verdim. Yeni bir yol seçtim."

"Bozulma kaçınılmazdı."

"Yol uzundu, yol derinlerden geçiyordu. Yol karanlıktı, Rom. Yol yalnızdı. Bozulma çok kolaydı..."

"Açlık, çok büyüktü," diye neredeyse acıyla inleyerek, çaresizçe söyledi Smir'in sesi.. "..İhtiyaç çok büyüktü. İrademe yenildim belki de.. Belki de, belki de demek yanlış. Tutunmaktan vazgeçtim.. belki de.. Belki de son gücüm bitti, bu kadardı...Teslim oldum galiba. O dönüm noktasında. Teslim mi oldum? Belki de kendimi bilerek mi bıraktım? Bilemiyorum ki... Nasıldı? O lanet, o şefkatli, o en büyük fahişeye; kendine acımanı sağlayıp seni sevgiyle kucaklarken, boğazına dişlerini geçirip bütün zehrini içine boşaltan, bağımlılık yapan o kendi iç pisliğime, teslim oldum..."

"Kişiler yitebilir Rom, kişiler zayıftır. Kişiler mükemmellikten çok uzaktır. Fikirler yitmez, fikirler ölmez. Kişilere değil, savundukları fikirlere sarıl, hem de sonuna dek."

"Karanlığa, kedere, umutsuzluğa, yalnızlığa, öfkeye ve en sonunda da yolun gittiği yerde kaçınılmaz biçimde; Nefrete, teslim oldum."

"Bu teslimiyetten geriye sadece hayatı kucaklayabildiğim hastalıklı, kırık, batık anlar kaldı. Sefil zevklerin, aşırı heyecanların, dinmeyen arzuların, şehvetli çığlıkların girdabında kan ve ölümle yoğrulan bir çarpık varoluş... Bana kalan bu."

"Sanırım dönüştüğüm şey bu. Ya da hala dönüşüyorum.. Kirli Smir, Pislik Smir, Dönek Smir, Batık Smir, Düşmüş Smir..."

Odadaki karanlık katı bir gerçeklik gibi hissedilir seviyedeydi. Smir'in içindeki zehir sözcük olup havaya saçılırken Romulion bu zehiri nefesle içine çekip Ustasıyla paylaşıyordu. Keşke daha fazlasını yapabilseydi.

"Yalnızlık sonsuz değil, Usta," diye fakında olmadan hissizce konuşmaya başladı Romulion. Konuştukça bir şeyler hatırlıyor ve farkında olmadan gülümsemeye başlıyordu.

"Hepimiz ölümde biriz," dedi Romulion'un kudretli bir hüküm gibi çıkan yumuşak ve şefkatli sesi.

Bu söz tek başına Smir'in dikkatini çekmişti. Bu söz eski bir öğretiydi. Bugünlerde Tanrıların Tanrısı Rhim'in öğretilerini yayan çok fazla takipçisi yoktu ama sözleri hala doğruydu.

Smir durdu ve düşündü. Rom; Çırağı ve ailesinden bir parça olarak gördüğü arkadaşıyla yolları nasıl da kesişmişti..

Şimdi buradan bakınca bazı şeyler başka açıdan daha farklı ve açıkça görülüyordu. Yolları kesişmişti. Varacakları yer aynıydı ama izledikleri rota farklıydı. Bunun açıklığını görmeleri ne kadar da zor olmuş, ne kadar da zaman almıştı.

Smir şimdi görebiliyordu. Biri giderken diğeri geliyordu. Aynı yolda aynı patikayı paylaşıyordular.

"Yol bir ve tek. Ölümde buluşacağız. Ölümde hepimiz biriz, Usta" dedi Rom.

"Senin geldiğin yere gidiyorum. Sen de benim geldiğim yere, Çırak," diye farkında olmadan yanıt verdi Smir.

Kader çok ilginçti.

"Kaderin askerleriyiz biz, Smir Usta. Sonuna kadar bu yolda yürümek bizim varoluş sebebimiz. Pişmanlığa yer yok."

Smir gülümsedi. Ayağa kalktı. Rom da onunla yüzleşti.

Dostça kucaklaştılar. Üzerlerine acı ve kederle beraber bir huzur da çökmüştü.

"Artık git Rom. Bir daha bu şekilde görüşebileceğimizi sanmıyorum. Eski öğrencim, en iyi Çırağım. Görüşsek bile bu çok farklı zeminlerde olacak kanaatindeyim artık. Bundan kaçınmaya çalışacağım. Sen de kaçın Rom..." dedi ve şakayla karışık, gülümseyerek ekledi Smir, "...kendi iyiliğin için..."

Rom gülümsemedi. Yüzünde acı ve hüzün vardı. Anlıyordu ama anlamak acıyı azaltmıyordu.

"Babam gibiydin," dedi Romulion. Sesi neredeyse ağlamaklıydı. Teşekkür ve koca bir sevgi vardı seste.

Smir içinde kocaman bir şeyin alev gibi parlayıp onu tatlı tatlı acıyla boğduğunu duydu. Gözünden iki kan damlasının yaş olup akmasını engelleyemedi, engellemedi.
"Sen de oğlum gibiydin."

Farkında olmadan bir kez daha kucaklaştılar. Bu defa baba-oğul gibiydi kucaklaşmaları... Derin nefeslerle sımsıkı kucaklaştılar.

Rom ayrılmak için Smir'den birkaç adım uzaklaştı. Kendini bu Şato'dan götürecek büyüyü tetiklerken son veda sözcüklerini söyledi. Gözünün önünde yarı iblis gibi görünen Smir bir anda sanki ışıldayıp değişiyor gibi gelmişti ona. Bir an için orada yıllar önceki Smir vardı sanki. Smir olmayan Smir. Bir dinadamı cüppesi içindeki, aydınlık yüzlü bir kişiydi bu hayal...
"Hoşçakal, Vrimos Ragos Interia," diyerek daha önce duymadığı ve bilmediği ama şimdi bildiği isimle konuşmuştu sözcükleri.

Smir çok şaşırmamıştı her nedense.
"Hoşçakal, Çilekeş Romulion. Benim adımlarımı izleme, evlat."

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Romulion gittikten sonra Smir bir süre kendine zaman verdi. Bu olmasını düşündüğünden biraz daha farklı geçen bir buluşma olmuştu. Kafasını toparlamak ve kendisini süratle hazırlamak için yalnızlığa ihtiyaç duymuştu.

Smir o günün akşamında yoğun bir iç hazırlıktan sonra kendini istediği seviyeye getirmişti. Son bilgiler de ajanları-casusları tarafından ona ulaştırılmıştı. Artık beklemenin gereği yoktu. Her şey çoktan hareket halindeydi. Bugünlerde hepsi dersler alıyordu ve ders alma sırası Armellion'daydı. Hem de iyi bir ders.

Smir derin bir nefesle iç geçirdi. Böyle olmak zorundaydı. Buna inanıyordu. Ama bunun için, içinin kırılmasına da engel olamıyordu. Bir yanı intikam için yanıp coşkuyla gülerken bir yanı kaderin onu getirdiği bu noktada yapması gereken bütün acı seçimlere ve alması gereken bütün sorumluluklara lanet ediyordu.

Efendi kendi Şato halkını topladığında bu durum kesinlikle çok resmi ve soğuk bir karşılaşma yaratmıştı. Biber'in ve Günbatımı'nın duruşları kadar Kael'in ilave savaş donanımlarını kuşanmış olması ve iskelet büyücülerin koca bir tabur halinde büyük salonda toplanması da işin cabasıydı.

Konuşması Şeker, Baharat ve Günışığı'na kısaca bir bakış attıktan sonra çok resmi ve çok kısa olmuştu.

"Bugün, Kızıl Şato Sakinleri için önemli günlerden birisi. Sizi karanlıkta bırakmayacağım. Geri dönmeyi planlıyorum. Ama bir yandan da dönemeyeceğimi düşünerek gerekli düzenlemeleri yaptım. Bunun anlamını hepiniz biliyorsunuz. Sizi yüzüstü bırakmadım, bırakmayacağım. Siz ailemsiniz. Ben olmadan belki daha bile iyi olacaksınız."

O bu son sözleri söylerken Şeker irkilerek derin bir nefes yutmuştu. Baharat'ın gözleri kontrol ettiği yaşlarla parıldamaya başlıyordu. Smir ciddi konuşuyordu. Çok ciddi. Bu sıradan tehlikeli durumlardan değildi. Baia zaten şok olmuş durumdaydı.

"Geri gelmeyi planlıyorum. Gelemezsem, Efendi Romulion'a bir vasiyetim var. Şato'nun Ruhu da bilgilendirildi. Yeni Efendi, Üstat Romulion olacak. Sizler de azad olacaksınız. Çıktığım yol büyük bir değişim getirecek. Başarıda ya da başarısızlıkta bu durum aynı kalacak. Şato, değişecek. Hayatlarımız değişecek. Sizlere bunu söylemek istedim. Ve tekrar görüşene dek hoşçakalın demek istedim."
"Hoşçakalın, canlarım," diyerek, cevap beklemeden, rünlerle ışıldayan bulut-disk bineğinin üzerinde süratle harekete geçti ve arkasında iskelet ejderlere binmiş iskelet büyücülerle devasa salondan ayrıldı, Smir.

Arkasından ağlayan Şeker'in gözyaşları hıçkırıklarıyla karışıyordu. Günbatımı Şeker'i teselli etmeye çalışırken Kael yanında beliren Karanlık ile Şato'nun dışına kanat açıyordu. Şato gergin ve gölgeli bir bekleyişin girdabında sessizce süzülmeye başlamıştı.

Dışarıda kraterin içinden yükselen uğultulu şarkıların tonu değişmiş ve yüksek perdeden, daha önce bu duvarların sadece birkaç kez duyduğu bir ezgiyi söylemeye koyulmuştu. Kraterin şarkısı kilometrelerce uzaktan bile kulağa gelecek kadar şiddetle uğulduyor ve duyanların iliklerini donduruyordu.

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Mirantis şehri, Armellion ülkesi sayılan Mil Armon bölgesinin uzağında kalan bir şehirdi. Bununla beraber bu toprak neredeyse onbinlerce yıldır Armellion'un kutsal şehirlerinden biriydi.

Eskiden yaşanmış bir büyük savaşta, tanrıların avatarları bu şehir için savaşmıştı ve bu topraklarda karanlık ile ışığın pek eşsiz, destansı karşılaşmalarından biri yaşanmıştı. Bu topraklarda onlarca iyi tanrı avatarının kanı, iblis askerlerin ve iblis tanrıların avatarlarının kanıyla karışmıştı.

Zafer ışığın olmuştu. Armellion Tarikatının Tanrısı; Armel, bu savaşta kahramanlığı ve fedakarlığıyla çok öne çıkan bir isim olmuştu. Tanrının inananları, destansı bir mücadele sonunda neredeyse tek bir şövalye geri kalmayana dek şehit düşmüştü. Bu topraklar o günden sonra Armellion ermişleri ve dinadamları için kutsallaşmış ve bir Hac Yeri halini almıştı.

Bu şehir, Avrin kıtasının merkezinin biraz kuzeyindeydi. Merkezi ve korunaklı bir konumda olmasının etkisiyle, pek öyle geniş ordulara sahip bir yerleşim değildi. Lakin sahip olduğu fiziki ve büyülü savunmalar yabana atılacak cinsten sayılmazdı. Çevresinde bir havagemisi filosu ve bir şeref ordusu yanında, sürekli burada eğitimde ve hac görevinde bulunana Armellionlu şövalyeler-dinadamları-ermişler bulunurdu.

Mirantis için şu anda bu koruma pek bir şey ifade etmiyordu. Orduların saldırısına çok hazır olan bu şehir, sinsi bir akın ile vurulduğunda, savunmasının ağında minicik bir yarık kolayca açılmıştı. Bu yarık, Smir'in "karanlık kayanyıldız" binek büyüsünün geçebileceği kadar genişti.

Neredeyse bir at arabasını rahatça içine alacak büyüklükteki "karanlıkküresi", mor ışıltılı kuyruğu arkasında yanarak, süratle içeriye dalmış ve şehir korumalarından sıyrılıp sokaklar seviyesine inmişti. Küre, orada gözden kaybolmuş ve şehir içinde büyük bir karışıklığın işareti olmuştu bu.

Şehirde bir "karaölüm nöbetçisi" (en güçlü ve belalı zombileri yaratan zorlu büyülerden bir tanesi, zombiler canlı hallerine yakın beceride büyü ve silah kullanabilir. Öldürdükleri, dakikası dolmadan onlar gibi olur. Tenleri-kılıkları simsiyah ve gözleri soğuk mavi ışıltılıdır) salgınının başlaması, iskelet büyücülerden yarım düzinesinin ortaya çıkıp iskelet bölükleri çağırmaya başlaması, göz açıp kapayana kadar olmuştu. Şehir, bir kuşatmaya haftalarca yani yardım gelene kadar, çok rahatça dayanabilirdi.. Ama içeriye sızan seçkin bir birliğin şehre ne gibi zararlar vereceğini tahmin etmek savunucu her komutanın kabusuydu.

Kabus burada esiyordu. İskelet büyücülerin süvariliğindeki İskelet Ejderhaların ilk hedefleri, geniş bir alana yayılmış Mirantis bölgesi köy ve kasabaları olduğu kadar havagemisi filosunun zayıf üyelerini de içeriyordu. Tarlalar, silolar, bahçeler ve insanların yoğun olduğu şehirlerin çevreleri ilk hedef seçilmişti. Smir savunucuların güçlerini bölmek ve zaman kazanmak için buraları vuruyordu.

Armellion kuvvetlerinin burada şok yaşadığını söylemek haksızlık olur. Armellion birlikleri uyanık ve disiplinliydi. Lakin şehre yapılan saldırının haricinde bunun yarısı kadar bir kuvvet de civardaki yerleşimlere dağılınca, komutanlar kendi güçlerini geniş bir alana yaymak zorunda kalmıştı.

Karada atlı ve buharlı süvari bölükleri süratle konumlanırken, havada da zırhlı grifonlar ve şahinatlar savaşa giriyordu. İskelet Ejderhalara ve iskelet grifonlara süvarilik eden büyücü iskelet lordların saldırısı savunucuları dışarıda fazlasyla meşgul ediyordu.

Şehrin içinde yönetim, sokaklarda patlayan ve dört bir yandan yangın gibi yayılan büyülü salgınla uğraşıyor ve gelmesi beklenen asıl saldırıya karşı, hedef noktayı korumak için son hazırlıklarını yapıyordu.

Evet, böyle bir saldırıyı, hatta bu kişiden geleceğini biliyordular. Şehirde bir kaç haftadır bulunan bir "misafirleri" vardı ve Smir bu "misafirle" ilgili olarak kısa sürede defalarca uyarıda bulunmuştu. Armellion bu uyarıları duymazdan gelmişti.

Gölgeörücü sokakları neredeyse tamamen kaosa bulamıştı. Bir süre için sokaklardaki bu karmaşa ve Katedrale akan kara zombi gurupları onu gereksiz küçük karşılaşmalardan uzak tutacaktı.

Smir dumandan bineğinin üzerinde giderken, etrafında dönen dokuz karanlık küre mor ışıltılarla yanıyordu. Bunlar silah kürelerdi. Zaman zaman Smir'in önüne atlayan Şövalye gurupları ve muhafızların üzerine mor ışıltılı siyah "gölgemızrakları" fırlatıyordular. Karanlık, korkutucu kükremeleri andıran seslerle uçuşan bu mızraklar, Katedrale yaklaştıkça daha da sıklıkla uçuşmaya ve karanlık bir senfoniyi söylemeye başladılar.

Smir'in evcilleri de artık sahnedeydi. Biber(sukubus), elinde kamçısı ve uzun ince kılıcıyla kana susamış bir zevkle, coşkuyla kesip biçiyordu. Şövalyelerden bazılarını büyüsüyle esir alıp arkadaşlarına saldırtıyor ve hatları karıştırıp kendi işini kolaylaştırıyordu.

Rahuul(kılıç iblisi), dört elindeki dört koca kılıçla, koca cüssesinden ve hantal görünüşünden beklenmeyecek bir hızda, danseder gibi dövüşüyordu. Etrafına, kopmuş kol-bacak-kellelerden ve uçuşan parçalanmış zırhlardan bir kasırga artığı kıyamet alanı seriyordu. Rahuul işini severek ve ciddiyetle, disiplinle yapıyordu.

Rullipin(imp ifritcik), hop orada hop burada, hoplayıp zıplayıp çatılara ve pencerelere konumlanarak, etrafa iyi nişanlanmış "ateştoplarını" yağdırıyordu. Toplu haldeki asker guruplarını uzun mesafeden seyreltip sadece seçkin birliklerin diğerlerine yaklaşmasına yardımcı oluyordu.

Alprocos(cehennem devi), Smir'in önünü açan yürüyüşüyle ön safları parçalayıp dağıtıyordu. Güçlü "ateş patlaması yumrukları" ve geniş alanlı "şok tekmeleri" ile yol açıyordu. Önünde tahkimatlar ve mevziler dağılıp havaya uçuyor-saçılıyordu.

Grimmarz(karanlık devi) efendisinin yanıbaşındaydı ve ona dokunabilecek kadar yaklaşanları karanlık zincirleri ile kendisine çekip hareketlerini kısıtlıyor, onların saldırılarını kendi üzerine esir alarak karanlık kürelerinin ve Smir'in işini kolaylaştırıyordu. Vuruşları düşmanlarının aklını karıştırıp saldırılarını zayıflatacak karanlık ve soğuk tılsımlarla yüklüydü, bedeninden karanlık fısıltılar, soğuk ve canlıların aklını karıştıran siyah dumanlar tütüyordu.

Smir'in katedrale iyice yaklaşınca havaya savurup serbest bıraktığı silah depolama kutuları yere düştüklerinde yeni savaşçılar da yükseliyordu. Bunlar Smir'in yarattığı ve sonradan kullanmak üzere depoladığı "bilimsel" golemlerdi. Çelikdevler. Dört metreye varan boyları ve çelikten bedenleri vardı. Bir deri bir kemik kalmış, ağızsız-burunsuz bir insanı andıran silüetleri ile bu canavarlar bastıkları yeri inleterek hemen öne atılmıştı. Kızl gözleri ateş gibi yanıyordu. Ellerinde pençeler ve omuzlarında ileriye dönük, fırlatılabilir çiviler vardı.

Katedrale yaklaşırken yan sokaklardan kara zombilerin ve iskelet bölüklerinin kalın safları da onlara katılmaya başlıyordu. Smir'in ordusu karanlık ve yıkıcı bir çığ gibi ilerlerken katedrale yaklaştıkça savunmalar da sertleşiyordu. Karaölüm nöbetçilerinin ve iskeletlerin üzerine kutsal büyüler yangınlar gibi yağıp onları akalevlere buluyordu.

Yine de bu saldırıların gelişi Smir'i sadece gülümsetti. Karaölüm nöbetçileri çok zor ölürdü ve ölene kadar düşman safları epey yorulacak, meşgul olacaktı. İskeletler de yayları ve büyüleri ile karşı saldırıda etkiliydi. Bunlar olurken, o bu esnada kendi yolunu kapıdan içeri doğru açacaktı.

Smir ilerideki kapıyı gördü. Önündeki barikatlara ve şövalye muhafızlara, rahiplere doğru golemlerini ve ölüleri gönderdi. Bu esnada dokuz küre, bu savunucuların arkasında yükselen, Katedralin ana yapısının büyük kapısına acımasız bir saldırıya başladı. İsabetli ve nokta kadar hassas saldırılar, kapının menteşelerini koruyan noktalara acımasız bir şarkıyı haykırarak yorulmayan, coşkulu bir seranata başladı.

Katedral ortadaki devasa ana yapıdan dışarıya uzayan sekiz kocaman ve uzun kanattan oluşuyordu. Tepeden bakınca binanın silüeti, Armellion'un sekiz oklu gümüş yıldızıydı. Smir ana binayı zorluyordu.

İskeletler ve kara zombi büyücüler yan kanatlardan gelen saldırılara cevap verirken safları zayıflıyor gibi görünse de aslında arkadan sürekli takviye alıyordular ve taze birliklerden bir dalga şu anda burada bulunanlardan daha kalabalık bir halde Katedrale yaklaşıyordu. Şehirdeki kaos Smir'in beklentisinin ötesinde başarılı olmuş ve şehir merkezi süratle düşmeye başlamıştı.

Sonunda menteşeler iyice zayıfladı ve Smir elinden güçlü bir köztopu büyüsü gönderdi. Kapı kocaman ve yüksek bir kapıydı. Zırhlı bir kale kapısından daha güçlüydü çünkü bu katedralin derinlerindeki mahsenlerde çok kıymetli hazineler ve tutsaklar muhafaza ediliyordu.

Köztopu kapıyı alt kenarından vurdu ve menteşeler ile sürgüleri parçalandı. Kapı havada savrulup Smir'e doğru uçtu. Gölgeörücü elinin bir küçük hareketi ile kapıyı yana savurup binanın kanatlarından sağdakine yönlendirdi. Kapının vurduğu yerde beş büyü kullanıcısı savaşdışı kalmıştı. Şans Smir'den yanaydı. Ya da bu becerikli bir hareketti...

Smir açılmış kapının gölgeli aralığına doğru yürüdü. Kapı eşiği toz ve moloz ile kaplıydı.

Smir adının haykırıldığını zihninin içinde kocaman duydu. Seslenişi de tanıdı. Kaşları çatıldı. İçinden öfke yükseldi. Ses gökten geliyordu.

Yukarıdaki bir grifonun üzerindeki bir savaş rahibiydi bu. Bir tanıdık. Smir onunla daha önce birkaç kez karşılaşmıştı.

Rahibin elinden koca bir enerji mızrağı gümüş bir parıltıyla parlayarak fırladı.

Smir'in üzerinde bir anda "acıkalkanı" oluştu. Akmızrak süratle uçtu ve yıkıcı darbesiyle acı kalkanına çarpıp Smir'i sarstı. Smir acıyı bir sevgiliyi kucaklar gibi bütün benliğiyle, kabul ile kucakladı.

Aynı anda, ayna efsunuyla darbe Piskopos Limasis'in de üzerine vuruyordu.

Eğer bu kadar dehşetli bir hızla ve sert bir dalışla grifonunu Smir'e çevirmemiş olsaydı, ya da yere bu kadar yaklaşmadan büyüsünü göndermiş olsaydı belki hayatta kalabilirdi. Ama bu Piskoposun günü değildi. Acıkalkanının vuruşu üzerine patladığında darbe grifonuna da sıçramıştı. Kontrolsüz biçimde yere doğru çakılmaya geçtiklerinde, belki gerek yoktu ama Smir saldırısını ihtiyaçtan ziyade nefretten gönderdi.

"Geber, Zehirlidilli Limasis!" Smir'in "gazapışığı" büyüsü piskoposu grifonuyla birlikte havada parçalarken gölgeörücünün tek pişmanlığı ona daha uzun ve acılı bir ölüm verecek fırsatı yakalayamamış olmasıydı.

Limasis şu son yirmi yıldır Armellion hiyerarşisindeki en bağnaz, en fanatik, en kibirli, en acımasız ve hoşgörüsüz dinadamlarından biriydi. Okullarda ders vermesi ve etkili bir vaiz olması yüzünden kendi zehri geniş kitlelere bir hastalık-bir yangın gibi bulaşmış ve yayılmıştı. Smir bu adamdan çok ama çok nefret ediyordu.

Parçalanmış ceset kalıntıları dökülüp yere saçılırken Smir bir daha arkasına bakmadan yürüyüp Katedral kapısından içeri gölge kuşar sürüsüyle birlikte yürüdü. Simsiyah ve bedensiz kuşlar canlıları hedef alan arayışları ve sadece element hasarından etkilenen dayanıklı doğalarıyla ilk savunma hattındaki şövalyeler için felaket oldular.

Kuşlar öldürürken ve ölürken Smir gözüne kestirdiği kilit noktalardaki büyü kullanıcıları ve silahşörleri "ölümün uzuneli" büyüsüyle kendine çekti! Silahşörler ve rahipler ayakları yerden kesilip karşı konulmaz bir hızla Smir'in çevresine çekilip atıldılar. Yere düşmeleriyle birlikte gölgeörücünün çevresindeki alan rengarenk yapışkan alevlerle bir fırına dönüştü. Hepsi tutuşmuş ve korkunç çığlıklarla ölümüne yanmaya başlamıştı. Acı çığlıkları korkunçtu!

Smir evcillerine emretti;
"Kapıda kalın. İşaretimi alana kadar tutun onları. Arkadan kimse gelmeyecek."
"Anlaşıldı, Smir. Kimse geçmeyecek," diye konuşan karanlık deviydi. Sesi çok uzaklardan gelen soğuk ve buz gibi, yabancı bir sesti. Yine de Smir'e güven veriyordu Grimmarz'ın sesi. Birlikte yıllardır yol yürüyordular, birlikte acı çekmiş, birlikte büyümüştüler. Öleceklerse birlikte ölecektiler. Karanlık devlerinin soğuk sadakati destansıydı.

Evcil iblisler kapıda koruma pozisyonu alırken ölüler ve iskeletler, içeriye sürülen öncü gurup haricinde, hep dışarıda pozisyon alıyordu. Hepsi kanatlardakileri meşgul etmek için diğer cephelere de yayılıp binayı işgale başlamıştı. Golemler Smir'leydi. Onlar içeri girecekti.

Ayaklarının dibinde hala ateşler yanarken Smir bir kaç büyü kullanıcısı ve silahşörü daha yanına çekti. Ama şimdi diğerleri hazırlıklıydı ve iyice siper alarak bu tür bir saldırıya karşı daha hazırlıklıydılar. Smir en kritik ve en korunaklı gördüğü noktalara doğru nişan alarak güçlü bir "asit topu saçılımı" büyüsü söyledi.

Asit toplarından bir rüzgar korunaklı siperle gibi yükselen mermer sütunlara ve duvar köşelerine vurdu. Balkon destekleri ve sütunlar şöktü, duvarlar delinip yıkıldı. Bölgesel küçük çöküntülerle bu koca giriş salonu yeniden ve Smir'in faydasına şekillendi.

Bu yeni haliyle salonda saklanacak yerler çok daha azalmıştı.

Smir hemen bir "zehir patlaması" büyüsü emretti. Bedeninden doğan bir zehir dalgası patlayıp vücudundan her yöne saçıldı. Yeşil ve sarı ışıltılı zerrecik patlamasının teması, duvarlardan sıçrayıp saklananlara bile kısmen ulaşması, çok yıkıcı olmuştu.

Gölgeörücü bu salonu yürüdü ve ilerledi. Sıradaki çok daha büyük bir salona yaklaşırken daha büyük büyülerini hazırladı. Canından fedakarlıkla bir büyü zinciri hazırladı ve içine zaman içinde öldüren sinsi büyülerden dört tanesini katıp bunu bir ışıma olacak şekilde ayarladı. Yanına yaklaşan herkes yakınlığı ölçüsünde her an daha çok hasar alacaktı.

Smir üzerinde acı kalkanı ile koca salona girerken golemleri de fırtınalı bir hızla içeriye hücum etmişti. Bu salonda çok daha az şövalye ama daha çok rahip ve silahşör vardı. Golemler ilk hedef olarak büyü kullanıcılara ve silahşörlere saldırıyordu. Omuzlarındaki diken misiller parçalayıcı korkunç bir hızla, vızır vızır uçuşup vınlayarak kan arıyordu. Dikenler, kan buluyordu.

Gölgeörücünün çevresinde siyah dumanlar yayan karanlık bir yumak oluşmuştu. Şeffaf karanlık yumağının çevresinde sayısız uzun ve ince kol bir krakenin kolları gibiydi. Yılan gibi dansediyordu kollar. Smir'in çevresindeki şövalyeler ona koştukça hepsi bir bir bu kollara yakalanıyor ve kollardan fışkıran iğneli vantuzlar etlerine kadar batıp kanlarını emmeye başlıyordu. Smir'e can akıyordu.

Kolların vuruşları duvarları yıkıp sütunları kıracak kadar güçlüydü. Terasların üzerindekiler bunu kısa sürede far ettiler ve yıkılan teraslardan yere düşmeden havada kollara yakalandıklarında şaşırmak için çok az vakitleri vardı. Kollar hiç beklenmedik yerlerden dolanıp hedeflerini buluyor ve onlar daha ne olduğunu anlayamadan sarmalayıp dikenlerini geçiriyordu. Kısa süre içinde salondaki büyücüler ve silahşörler bu acılı ve hızlı ölümün pençesinde yakalanmış, kurutuluyordu.

Smir'in vampir yanı bu salonda bir ziyafet çekiyor ve buraya saldırırken tükettiği gücünün-sağlığının bir kısmını geri kazanıyordu. Kolların emdiği kan Smir'in bedenindeki atmayan kalbine dolup dönüşüyor, gölgeörücüyü tazeliyordu.

Rahiplerin büyüleri zayıf değildi ama Smir savaş alanlarında bir kaç ömür geçirmişti. Bir şövalyenin, bir silahşörün, bir rahibin, bir paladinin ve diğerlerinin... Zayıflıklarını ve güçlerini biliyordu. Güçlerini kullandırmadan en hızlı biçimde onlarla nasıl başa çıkacağını biliyordu. Çok daha genç ve tecrübesizken bile doğru taktiklerle kendinden güçlü ve kalabalık düşmanları yenmişti. Bunlar Smir için sedece zaman kaybıydı.

Smir de zaten fazla zaman kaybetmedi. Büyük salonda işi çabuk bitmişti. Mihrabın yanındaki küçük kapıdan bir küçük koridora ulaştı. Buralarda yolunu biliyordu. Savaşrahibi Vrimos Ragos Interia, bu Katedrale hacı olmak için gelmişti.

Alt katlara giden gizli geçidin bulunduğu odanın önündeki büyülü koruma ve tuzakları aşması çok uzun sürmedi. Bunlara ve dahasına hazırlıklıydı. Kapıdan geçti ve yanındaki golemleriyle birlikte devasa yeraltı galerilerinin bulunduğu kraterler bölgesine doğru yumuşak eğimli tüneli yürüdü. Bütün bu katedral ve çevresindeki kütüphaneler, hastaneler, okullar, kışlalar, askeri tesisler eski savaştaki en sert çarpışmanın olduğu alanın üzerine inşa edilmişti.

Tünelin ucuna yanaştığında oradakileri görebiliyordu. Onu bekliyordular.

Yeraltı havzasının bir ucundaki bu kocaman teras misali bölge bir şehir meydanı kadar genişti. Yanlardaki benzer teras bölgelere ve çınıtılara uzayan yollar-köprüler ve merdivenler vardı. Bu havza kocaman bir kavşaktı ve yeraltındaki tüneller labirentinin göbeğindeydi. İşte bu alandaki her bir potansiyel mevzinin-kritik bölgenin üzerinde pozisyon almış okçular, silahşörler, şövalyeler, rahipler, büyü kullanıcıları ve az sayıda savaşçı golem vardı.

Asıl karşılama ekibi buradaydı. Onları görebiliyordu. Tam meydanın ortasında, karşısındaydılar. Beşli oradaydı. Smir eşikte durdu ve onların herbirinin gözlerinin taa içine tek tek baktı. Gülümsedi.

Piskopos Roschmors yüzündeki davetkar ve sabırsız gülümsemesiyle akbaba gibi duruyordu. Gerçekten de yaşlı ve yüzünde nurdan eser olmayan, itici görünüşlü sıska bir adamdı. Yanında bir şövalye lordu ve bir şövalye leydi, iki başrahip vardı. Bunlar Katedralin askeri ve ruhani olarak en büyükleri idi. Armellion şehrinin yüksek kademesi buradaydı.

"Size son bir kez sormak zorundayım," diyerek doğrudan konuya girdi Smir. Sıkıcı bir formalite olarak görse de bunu yapmak zorundaydı. Bazı kuralları yıkmayı çok sevse de Smir bazı yönlerden en kuralcılar kadar kuralcıydı. "...elinizdeki tutsağı bu şehirden daha güvenli ve uygun bir noktaya nakletmenizi tavsiye ediyorum. Tavsiye mi dikkate alacak mısınız?"

Armellion'un elindeki tutsak, Smir'in düşüncesine göre, bu konumdaki bir şehirde bulunması her yönden yanlış olan bir tutsaktı. O kadim iblislerden birinin yarı-çocuğuydu. İlk kanı taşıyanlardan biriydi. Onun adı Namuk idi. Bozucu Namuk. Fitne, fesat, kıskançlık, şehvet, yalan, hırsızlık, kibir... Namuk bozucuydu. O, bozardı. Yavaş yavaş, ama kesinlikle. Namuk sabırlıydı, namuk dayanıklıydı, namuk sinsiydi. Namuk çok güçlüydü. Gücü kişilerin, kitlelerin içine hissttirmeden nüfuz etmesinde ve hissettirmeden onları değiştirip bozmasındaydı.

Şövalye lordu güldü. Rahipler rahatsızlık ve öfkeyle, sabırsızca kıpırdandı. Leydi hem arkadaşlarına hem de Smir'e açık bir endişeyle bakıyordu. Smir biliyordu, Leydinin içinde fırtınalar esiyordu. Leydi burada yanlış şeyler olduğunun farkındaydı. Smir Leydinin kokusunu alıyordu.. Hmmmm, koku mis gibiydi. Onda dişiliğin ve el değmemişliğin kokusu vardı. Smir ve Leydi'nin gözleri çakıştı. Gölgeörücü gülümsedi. Leydinin bakışları sertleşip kılıçlar gibi keskinleşti. Smir dudaklarını yılan diliyle, şehvetle yaladı. Kader çok şakacıydı.

"Kapana girdin Pislik. Yolun sonuna geldin Kirli Smir. Dönek Smir. Hain Smir!!! Burada seni gömeceğiz," diye meydan okuyarak, kasıtlı olarak tahrik etmek için konuşuyordu Lord.

"Gölge ışıktan doğar. Şu halinize bakın. Kendi ışığınızla gözleriniz kör olmuş. Nasıl bir kibir denizinde yüzdüğünüzün farkında değilsiniz. Namuk'u burada tutabileceğinizi düşünmeniz bile ne kadar kibirli olduğunuzun kanıtı. Armel bile, onu esir almaktansa kaçmasına izin vermişti. Size tevazu dersi vermeye geldim."

Piskopos güldü. Yüzünde acımasız ve mutlu, sinsi bir gülümseme vardı.
"Seni bekliyorduk evladım. Tanrımız Armel'in eski bir takipçisinin buraya geri gelişi ne büyük bir mutluluk. Yaklaş, tanrımız bağışlayıcıdır. Seni bile sevgiyle kucaklaya..."

"Yeter!" diye kükredi Smir ve daha az önce şehvetle gülümseyen adam orada yoktu şimdi. Smir'in duruşu ve bakışları bir anda Lordu bile korkutmuştu ve eli belindeki kılıç kabzasına sımsıkı yapışmıştı. Bütün havzada çekilen derin nefeslerin ve hazırlanan silahların ufak sesleri yankılandı...

"Tanrının adını ağzına alma! Onun ne olduğunu hepinizden iyi biliyorum! O savaşçıdır! Elinde adaletin kılıcıyla çarpışır! O bağışlayıcı değildir! Bu hakkı sadece mazlumlara vermiştir! Yalanlarına tokum, Piskopos. Kanını almaya geldim." dedi ve içeriye doğru yavaşça yürümeye başladı Smir. Kendinden emin ve hazır olabileceği kadar hazırdı.

Leydinin Smir'e bakışları şaşkınlık ve gerginlik doluydu.

"Hiç şansın yok! Buradan çıkışın yok! Öleceksin Düşmüş Smir! Burada cansız düşeceksin!!!" diye gürledi lordun sesi.

Rahipler ellerindeki koca asaları daha sıkı tutmaya ve yaklaşan kavga için duruşlarını sağlamlaştırıp yayılmaya başlamıştı.

"Uğruna savaşılacak tek bir savaş vardır, şövalye. İmkansız olan savaş. Ben savaşmak için buradayım. Sonuna kadar," derken Smir içeriye adımını atıyordu...

Bu eşikten geçmeden önce biliyordu onu neyin beklediğini. Antibüyü muhafazaları bu havzanın her yanına saçılmıştı. Havza antibüyü ile kaplıydı!

xxxxx

"Ben kötüyüm Şövalye. Hatta canavarlığa yaklaştığım anlar bile oldu. Ama aptal değilim. Kibirli değilim. Gücümün sınırlarını biliyorum. Gerçekten bütün bu ermiş şövalyeler, rahipler, dervişler, büyülü silah kullanıcılar ve tuzaklar varken, tek başıma Mirantis'e dalacağımı mı sandınız? Siz benden de beter düşmüşsünüz. Siz herkesi kendiniz gibi kibirli ve ahmak sanıyorsunuz. "

Antibüyü alanına adım atarken Smir içindeki büyülerin çekildiğini ve büyülü korumalarının düştüğünü hissetti. Üzerinde ve yanında taşıdığı büyülü nesneler sessizleşip yakınındaki bütün büyüler dağılıyordu. Smir ağır adımlarla tehdit etmeden içeriye yürüyordu.

Dağılan büyülere, üzerinde taşıdığı ve bu an için özellikle hazırlanmış "yarık tutucu" büyü de dahildi. Smir "bilimsel" tabir ettiği büyülü uğraşlarının sonucunda bir noktaya kadar büyük bir yol katetmişti. "Kan Kapıları'yla" ve "geçit büyüleriyle" bazı yönlerden henüz boy ölçüşemeyecek olsa da "bilimsel geçit" yöntemini epey geliştirmişti...

Şimdi "zaman tutucu büyü" ve "kolay taşıma büyüleri" ordadan kaybolurken bu cihaz gerçek cüssesine büyüyor, yere ağırlığıyla yuvarlanıyor, çalışmaya kaldığı yerden devam ediyordu!! Cehennem düzlemlerinden birine açılan "bilimsel geçit", onu engelleyen büyülü duvar antibüyü alanında yok olunca, şimdi antibüyü sayesinde açılıyordu.

Yarıktan dışarıya bendi yıkılmış bir şehvetle fışkıran kötülük döllerinin görüntüsü dehşet vericiydi.. Köztazıları, kuduz yarasalar, ejderköpekler, shafir ifritlerinden bölükler... Bu cehennem sakinlerinin gözlerinde yanan açlık ve düşmanlık silah gibi vurucuydu. Buraya sadece parçalamaya, öldürmeye, yoketmeye, leşlerle ziyafet çekmeye gelmiştiler...

Gelen güruhun önünde duracak büyüleri antibüyü tarafından yutulan şövalyeler, silahşörler ve rahipler ilk an için kesinlikle devasa bir şaşkınlık ve dehşet darbesiyle vurulmuştu. Sonrasında hepsi eğitimlerinin, reflekslerinin, tecrübelerinin ve yüreklerindeki sadakatin yönetimi ele almasıyla emirler veriyor ve çarpışmaya giriyordu.

Piskopos ise hala şaşkın ve dehşet içindeydi. Bunun böyle olmaması gerekiyordu!

Smir bedeninde taşıdığı anlaşma nişanlarının ona verdiği ve "büyü" sayılmayan "doğaüstü fiziksel yeteneklerine" dönüyordu. Cüssesi büyüyor ve bedeni değişiyor, kanatları sırtından kocaman çıkarken, kuyruğu ve pençeleri uzuyordu. Vampirimsi ve iblisimsi yeteneklerinin çarpışmaya hazırlanması esnasında bir yandan da üzerinde taşıdığı riss kristalleri (Riss; İldar ve diğer zincir dünyalarında nadiren bulunan yarı canlı-yarı bilinçli bir kristal yaşam formu. Büyü benzeri kısıtlı yetenekleri usta büyücülere ve eğitimli zihinlere sunabilir) ile koruma ve saldırı ışımaları yaymaya başlıyordu. Smir açıkça kahkahalarla gülüyordu. Bu tam beklediği şekilde gelişiyordu. Burada bir kıyım olacaktı.

Bu havzada yaşanan tek kelime ile ifade etmek gerekirse, kıyımdı. Tek taraflı bir kıyım. Her an daha çok kuduz yarasa ve ejderköpek geçit-yarıktan içeri akıyordu. Yarık kısa süre içinde kapanacaktı, bilimsel yarıklar büyülüler kadar dayanıklı değildi. Ama şimdiye kadar içeriye dalga dalga akan karanlık seli bile yeterliydi.

Smir bizzat kavgaya girmiş ve ellerinde riss asaları tutup savaşan rahiplerin üzerine çökmüştü. Golemleri, riss gücüyle desteklediği kendi fiziksel gücüyle sakatlayıp parçaladıktan sonra her şey çok daha kolay olmuştu. Gerisini "güruh" hallediyordu. Pek çok defa yaralanıp pek çok silahşörün kanını şok edici hızlarda kuruttuktan sonra havzada işlerin gitgide yavaşladığını hissedebiliyordu.

Armellion savaşçılarının sesleri azalmıştı ve kavga artık sadece birkaç köşeye yoğunlaşmaya başlamıştı. Bazı yerlerde şövalyeler mevkilerinden geri çekilmek ve labirent misali dehlizlere; Büyü kullanbilecekleri yerlere kaçmak zorunda kalmıştı.

Piskopos da kaçmaya çalışmıştı. Leydi onu sürüklemek istemişti. Ama Smir oradaydı ve leydiyi kenara savururken dişleri vahşi bir öfkeyle Piskoposun boğazını parçalayıp boynunu kopacak gibi sallanır bırakmıştı. Adamın cesedindeki gözleri inanmayan bir dehşetle yerinden fırlayacak gibi açıktı.

"Onun pis kanını istemiyorum. Seninki bahse girerim çok tatlıdır, Bakire Savaşçı," diye şehvetle pis pis gülerek konuştu Smir. Kıskıvrak yakalayıp savunmasız bıraktığı güzel dişi savaşçının boynunu arzuyla yaladı. "Acıtmayacak, sana söz veriyorum," diyerek kahkaha attı ve kısacık kahkahadan sonra süratle dişlerini kadının boynuna geçirdi.

Acı ve zevk tılsımı aynı anda Leydiyi vurdu. Leydi sarsıldı ve hakimiyeti için, hayatı için boş yere savaştı. Bilincine hakim olmaya çalıştı. Boş yere. Kanı ve canı kısa birkaç saniye sonunda şok edici bir hızla, acımasız bir güçle damarlarından çekiliyordu. Leydinin gözlerindeki can ışığı sönüyordu.

Smir dişlerini kurumuş kadının boynundan çektiğinde, havzaya vahşi bir hayvan gibi kükredi. Karanlık tondaki kudretli sesi havzadaki güruhtan destek buldu ve benzer kükreme ve böğürtüler havzada yankılandı..

Smir o seslerle biraz kendine geldi. Etrafına bakındı ve savaşın kazanıldığını gördü. Ayaklarının dibinde yatan ölü Leydiyi gördü ve aklı şimdi olanları bir kez daha düşündü.

Smir eğildi ve leydiyi yerden kaldırdı. Kadının boynuna koca ağzını bir kez daha kapattı. Dişler bir kez daha ete saplandı. Bu öpücük kısa sürdü. Efsun süratli ve güçlüydü. Hemen çalışacaktı. Smir geri çekildi. Birkaç saniye sonra, hızlı bir seri kasılmanın ardından Leydi gözlerini açmıştı.

Kadın şaşkın ve dehşet içindeydi. Ölümü ve dönüşü yaşamıştı bu güçlü kollarda. Leş gibi kokan bu nefes, hem ölürken duyduğu son şey olmuştu hem de yaşama döndüğünde duyduğu ilk şey. Hem nefret hem de minnetle bakıyordu leydi. Gözlerinde yaş vardı. Ölümü ve dehşeti hiç bu kadar içinde hissetmemişti.

"Ben canavar değilim," diye savunmacı bir tonla ve sanki biraz da yaralı bir sesle, sanki kendini ikna etmek ister gibi söylemişti, Smir. Leydi bir şey demedi sadece Smir uzaklaştı ve o ayakta kalmaya çalıştı.

Smir, hızlı bir sıçramayla leydinin yanına geri geldi. Onu kollarına aldı. Kanatlarını açıp havayı tokatladı. Kadınla birlikte havalandı. Yeniden guruplaşmak ve hayatta kalabilmek için, büyü kullanabilecekleri bir alana çekilen Armellion safların yolunun üzerine süzüldü. Kadını oraya bırakıp süratle kendi rotasına döndü. Armellion safları o bölgede süratle toparlanıp daha gerilere, tutunabilecekleri bir noktaya çekilmeye çalışıyordu.

Havzanın antibüyü alanından çıktıktan sonra Smir daha insansı haline büründü. Gölgeörücü disk-bineği ile çok hızlı ilerledi. Evcillerine işareti verip onları uzaklaştrdı.

İlerledi. Aradığı yer derinlerdeki korunaklı bir mahzendi. Yolda bir düzine şövalye ve rahiple karşılaştı. Onlarla hiç vakit kaybetmedi. Kanalevi ve hastalık zinciri büyüleri kolayca işlerini bitirirken o ilerledi.

Namuk'un bulunduğu salonun girişini açması sorun olmadı. Hazırladığı büyü kristallerini çantasından çıkardı ve yerlerine yerleştirdi. Büyüyü tetikledi. Gerisi kendi kendine oldu. Bir dakika sürmeden karmaşık ve tuzaklı kilidi aşmıştı. İçerdeydi.

Namuk, kendisine çizilmiş gümüşten, kocaman bir çemberin içindeydi. Çelikten ve altından rünlerle işliydi çember. Çemberin içindeki dört metrelik iblis Smir'i gördüğünde biraz şaşırmıştı ama sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Namuk ve Smir daha önce de karşılaşmıştı. Namuk onu iyi tanıyordu.

"Yakalandığını duydum, Namuk," diye alayla, tıslayan bir gülümsemeyle konuştu Smir.

"Smir, şaşırttın beni," diye cilveli cilveli konuştu iblis. Namuk çift cinsiyetliydi. Hem güzel bir dişi hem de çekici bir erkek gibiydi. Sanki bedeni her an iki cinsiyet arasında yavaş yavaş arada bir yerlerde değişip duruyor ve kim nasıl isterse ona öyle görünüyordu.

Namuk iğrençti. Namuk çok müstehcendi. Çırılçıplaktı ve hem dişiliği hem de erkekliği abartılı bir güzellikle, şiddetli bir baştan çıkarıcılıkla karşısındakilere hücum ediyordu. Sesi bile tehlikeliydi ve sözleri oyunbaz tınılarla akılları karıştırıyordu.

"Buradan çıkıyoruz, Namuk," diye konuştu Smir. Sesi duvar gibiydi. Rünlü çemberin çevresinde dolaşıp onu dikkatle inceliyordu.

"Ama Smir," diye cilveyle konuştu Namuk. Smir hemen lafını kesti. Sesi gülüyordu, Namuk'la alay ediyordu.

"Namuk, uğursuz bozucu efsunun bana işlemez. Boşuna konuşma."

"Seninle gelmiyorum, Smir!" Diyen ses bu defa korkutucu derecede iblisçeydi. Yüzü ve bakışları korkutucu biçimde çarpılmış ve bedeninin duruşu hem komik hem de yırtıcı bir şekil almıştı.

"Namuk sana fikrini sormadım. Söyledim. Eski günlerin hatırına bu kadarını borçluyum bir hanfendiye."

Namuk dişiselleşti ve cilveyle, gülümseyerek konuştu.

"Bize karşı savaşırken bizim gibi korkunç ve kötü bir şeye dönüştün. Şu haline bak Smir. Artık bizdensin. İblissin Smir! Bunun farkına ne zaman varacaksın?"

Smir büyülerini aklında hazırladı. Namuk'a baktı. Gülümsedi.
"Bozucu Namuk, üzgünüm. Bunun bir parçası olduğun için üzgünüm. Aslında seninle doğrudan bir sorunum yok. Kader işte. Yollar örülmüş, roller verilmiş. Hepimiz rolümüzü oynuyoruz."

Ses tonu ve konuşmanın gidişi bir anda İblisin hiç hoşuna gitmemeye başlamıştı.

Smir ona yaklaştı. Dudaklarında büyülerle çemberin dokuz halkasından en dıştakini aşıp sekizinciyle arasında durdu. Namuk öfkeleniyordu. Sordu.

"Sen neler saçmalıyorsun be! Aklında ne var Smir?" diye küfreden, hakaret eden, küçümser bir tonla, saldırganca konuştu Namuk. İblisliği yine açıkça öne çıkıyordu.

Büyüyü hissetti Namuk. Teleport büyüsüydü bu.

İkisi birlikte Armellion'un büyülü nakliye çemberini kullanmış ve Namuk buraya getirilirken kullanılan terasa çıkmıştılar. Aynı korumalar burada da mevcuttu. Namuk hala esirdi ve Smir hala sekiz çemberin ötesindeydi. Korumalı alandaydı.

"Ölüme ve cehenneme her bir adımda daha çok yaklaştığım doğru, Bozucu Namuk. Belki birgün tamamen kötü olacağım. Belki bu güce, tamamen kötü olabilme gücüne sahibim. Ve belki şeytanın tahtına oynarım? Kim bilir?" diye alayla gülerek konuştu Smir.

Namuk gitgide sabırsızlanıyor ve öfkeleniyordu. Smir'in burada oluşu hesaplarında yoktu.

"Benim bildiğim, Namuk," diyerek gülümsedi Smir. Ve kendinden emin bir biçimde fiziksel özelliklerini serbest bırakarak sekiz çemberin merkezindeki Namuk'a yürüdü.

"Bu gece burada, kadim bir iblis ölecek."

"Sen çıldırmışsın, Smir! Buna ne gücün ne de cüretin yeter," derken Namuk'un sesi hem kahkaha atıyor hem de hezeyanlarla yükselip alçalıyordu. "Seni parça parça etmeden defol git ve işlerimden uzak dur insan kalıntısı Pislik!!!" derken ağzından kızgın ve zehirli salyaları köpüklerle saçıyordu iblis.

"Armel seni neden katletmedi biliyor musun, Namuk? Ben biliyorum. Sen bir işaretsin. İlahi bir işaretsin. Seni bugün burada benim katletmem gerekiyor. Sen, ders olacaksın."

"Canın cehenneme, Smir!" diyerek kocaman pençe tırnaklı elleriyle Smir'in boğazına yapıştı İblis.

Smir, elleri kuvvetle boğazından ayırdı ve mengene gibi gücüyle öyle sımsıkı tuttu.

"Senin en büyük gücün dilinde, sabrında, dayanıklılığında Namuk. Asla fiziksel gücün ya da büyü kudretinle öne çıkamadın. Bu kavgalarda hep yenildin ve aşağılandın, sonra intikamını hep sabırla aldın. Benden intikam alamayacağını söylemek zorundayım. Ben arkamda canlı düşman bırakmayı sevmiyorum. Seni burada, şimdi bitiriyorum," diye anlatırken Smir ve Namuk gökyüzüne doğru süratle yükselmeye başlamıştı. Şehrin merkezinden gökyüzüne doğru yükseliyordular.

Havadaki savaş neredeyse bitmiş ve hava filoları da şimdi bu ikisine doğru dönmeye başlamıştı...

İlk başlarda sadece Smir'in gücüyle yükseliyordular sonra Namuk da kanatlarını açmıştı. Havada debelenerek ve tekmeler atarak kendini kurtarmaya çalışıyordu.

"SMİR!!! CANIN CEHENNEME SMİR!!!" diye bağırıp duruyordu Namuk. Bir iblisin öldürülmesi, hele ki Namuk gibi ilk kanı taşıyan kadim bir iblisin öldürülmesi çok zordu. Namuk ise özellikle dayanıklı bir iblisti.

"Beni öldüremezsin Smir!! Ben ilk kanı taşıyorum! Benim atam bir İLK!!!"

Smir'in gülüşü Namuk gibi bilisin bile kanını dondurmuştu.

"Öyleyse niye korku kokuyorsun Namuk? Kokun o kadar keskin ki cehennemdeki baban bile duyuyordur."

"Cehennme git Smir!" diye korkunç bir öfkeyle, lanetleyerek söyledi Namuk. Debelenmeyi bıraktı.

"Sıra oraya da gelecek. Her şey sırayla, Bozucu."

Smir bu an için hazırladığı büyüyü söylemeye başladığında Namuk da büyüyü duyuyordu. İblisin gözleri yerinden fırlayacak gibi açılmıştı. Bu büyünün ne olduğunu biliyordu.

"Sen gerçekten çıldırmışsın! İblislerin bile uyduğu kurallar vardır!"

Bunlar son sözleri oldu.

Smir'in bedeninden akan güç Namuk'u sarmalamaya ve onun çevresinde dönmeye başladı. Namuk az sonra büyüyen ve sürekli kontrolsüzce değişen bedeniyle Smirden uzaklaşıyordu. Namuk değişmeyi ve uzaklaşmayı sürdürdü. Bir dakika kadar sürdü bu durum.

Havadaki büyülü sesler sessizdi. Bir ezgi nabız gibi kuvvetle vurarak bütün şehrin üzerinde, altında, çevresinde esiyordu. Soğuk, katı, keskin bir ezgiydi bu. Duyanları korku ve umutsuzluk alıyordu. Bir telaş ve acele hissi vardı havada.. Havada yas ve günah vardı..

Sonra, iblis, kapkara kararmış ve sessizleşip hareketsizleşmişti. Derken bir karar anı geldi ve sonra koca bir karanlık patladı.

Karanlığın ardından koca bir ışık geldi. Fersahlarca öteye bile gözleri kanatan güçlü bir ışık vurdu.

Koca bir şehir olan Mirantis'in durduğu yerde şimdi kocaman, kapkara, uğursuz bir krater duruyordu.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Kael kuvvetli ışıktan az sonra, havadaki bütün büyülü ezgiler sustuktan hemen sonra uzaktaki gözetleme noktasından yola çıktı.

Verilen emirleri açıktı. Karanlık'ın sırtındaki Kael ilk önce kraterin merkezine doğru yöneldi. İlk oraya bakacaktı. Ve orada buldu.

Bu, Smir'den geriye kalandı. Bu koca şehirden, hava filosundan ve iblisten geriye kalandı. Bu, Smir'in boynunda taşıdığı Kanayan Yürek Pandantifi'ydi. Yılların hasadının meyvesi olan pandantif, içinde zayıf ama hala berrak bir kızıl nabızla atıyordu. Nabız çok yavaş ve zayıf olsa da orada olduğu çok tartışmasızdı.

Kael hemen orada kendine verilen emirleri uyguladı. Beraberinde getirdiği büyülü kristalleri yerleştirip yere tören çemberini çizdi. Sonra pandantifi çemberin ortasına yerleştirdi.

Tören için gereken büyülü sözcükleri fısıldadı. Pandantif bir emre itaat eder gibi havaya yükseldi. Gözlerin göremeyeceği bir hızla kendi çevresinde dönmeye başladı. Kristal yürek şeklindeki pandantif şimşek gibi çakarak patladığında içinden et, kan ve kemik karışımı bir yumak dışarı saçılıp yere döküldü.

Yerdeki inleyen ve haykıran kütle kısa süre içinde şeffaf siyah dumanlarla kaplandı ve şekil değiştirmeye, insansı bir şekil almaya başladı. Birkaç kısa an içinde şeklin oluşumu tamamlanmıştı ve insansı şekil bitkin, inleyen haliyle yerde yatıyordu.

Birkaç dakika geçmesi gerekti. Ancak o zaman toparlandı ve kendine biraz olsun gelebildi, Smir.

Smir hiç ama hiç mutlu değildi.

Bu büyüyü ilk kez yapıyordu ve sonuçları konusunda güçlü bir tahmini varsa da bu sonucu tam olarak bu şekilde beklemiyordu. İçin için farklı beklentileri de vardı. Anlaşılan "kristalkalp" büyüsünün muhafızlığı bu ölçüde bir yokoluş büyüsünün bile üzerindeydi.. Yaşam ne kadar güçlüydü.. Ya da ölüm Smir'e karşı ne kadar acımasızdı.

xxxxxx

"Ölüm beni reddediyor.." diye nefretle tısladı Smir'in sesi... "Öyle olsun bakalım. Ölüm!! Sana Sesleniyorum!! Pişman olacaksın!!" diye korkunç bir düşmanlıkla haykırdı Smir. Şeytanca bir kahkaha krizine kapıldı.. Histerik, hasta kahkahalarla gülüp sarsılırken kapkara, çok büyük bir büyüye başladı Smir. Durum ironikti onun bakış açısına göre. Ölümden çalacaktı.

Yaptığı adak büyülerinin en büyüğü ve karanlığıydı bu büyü.. Bu en yasak büyülerden biriydi ve bütün iyi tanrıların gözünde çok büyük bir günahtı. Büyük Ruh Kapanı; Smir bu şehirde can veren bütün ruhların diğer tarafa geçiş yolunu kapatıyor ve yolculuklarına engel oluyordu. Onları tek tek yakalayıp kendine çekiyordu. Onları zincire vurup kendine köle ediyor, Aradiyar'a sürüyordu.

Ölüm onu almıyor muydu? Demek daha yapacak işleri vardı. Öyleyse onları iyi yapmalıydı. Güç arzusu ve yıkım şehveti içini sardı. Düşmanlık hissi kocaman büyüdü. Smir'in gözleri kararırken ruhu nefretle çarpıldı. Ruhlar çevresinde dönüyor ve acı içinde inleyip ağlıyordu. Daha çoğu ona doğru girdaba kapılmışçasına çekiliyor ve yakalanıp esir ediliyordu. Smir gülüyordu! Smir, yaşam hasatlıyordu...

Yarı-İblisliğe giden uğursuz yolda en büyük adımı atıyordu Smir..

-Bitti-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder