16 Haziran 2009 Salı

Bronz'un Mesajı

Kovan Savaşları-UFUKLAR evreninde geçen bir bilim kurgu-aksiyon-macera hikayesi.
2026 yılındaki yaklaşık 8-10 aylık bir dönemin ilk macerası diyebilirim.. İzsürücü Filo'nun yaşadığı macerlarla ilgili..



Amiral “Kızılbalta” Ethan Furry canavarlar yeryüzünde ilk kez göründüğünde onlarla ilk çarpışanlardan biriydi. Henüz Ruth parçalanmadan bile yeryüzünde ilk Kovan askerlerine karşı savaşıyordu.
Furry bir Kanada kızılderilisi idi. Kızılbalta lakabını savaşçılığı ile değil hayat kurtarıcılığı ile kazanmıştı. Daha erken lise yıllarında kazanmıştı adını. Okulunda çıkan bir yangında arkadaşlarını kurtarmak için elinde bir itfaiye baltası ile alevlere daldığında o günün Kahramanı olmuş ve pek çok hayat kurtarmıştı.
Kahraman kelimesini sevmezdi Ethan ama hayatı boyunca bu sıfatı hak edecek işler yapmıştı ve askeri kariyeri de bu fedakarlıklarının sonucu olarak madalyalarla ışıl ışıl yanıyordu.
İzsürücü Filoya bir Komutan atanması gerektiğinde Ethan pek çok kişi tarafında General Collins'e ağırlıkla önerilen isim olmuştu. Önerenlerin en başında da artık General rütbesine terfi etmiş olan “Albay Woo” vardı.

2025 Kasım'ında Dünya'dan ayrılan İzsürücü Filo Ocak ayı ortalarında Kovan güçleri ile ilk sıcak teması sağlamıştı ve yaklaşık 3 ay boyunca giderek artan şiddette bir mücadele vermişti.
Amiral Furry yıkıcıdan ziyade yapıcı bir stratejist olduğundan bu görevin doğasına tamamen uyan bir kişiydi ve görevini bu 5 aylık sürede başarı ile yerine getirmişti.
Nisan ayı ortalarında Dünya'dan gelen takviye birlikler ve yatışan hareketle beraber yeni emirler de almıştı. Amiral Senyavin İzsürücü Filo komutanlığına getirilirken Furry'nin gemisi Bronz ilk sırada olmak üzere diğer İzsürücü Filo gemileri Dünya'ya bakım ve istirahate çekiliyordu. Emirler gemilerin sıkı çarpışmalardaki hasarının onarımını, yeni donanımlarla güçlendirilmesini ve askerlerin-mürettebatın dinlenmesini ve tedavisini söylese de Furry dahası olmasını da bekliyordu. Yaşlı askerlerin içgüdüleri nadiren yanılırdı.

Yaklaşık 3 haftalık dinlenme ve onarımdan sonra geri dönüş günü yaklaşırken Amiral beklediği daveti almıştı hem de beklemediği kadar üst düzey bir biçimde. Başkan Romano ve General Collins ile birlikte Kurmay Heyetinin de bulunacağı bir toplantıya davet edilmişti. Bu kadarına şaşırmıştı doğrusu.

Furry inşaatı büyük ölçüde tamamlanmış ve “cilası” yapılan Mavimelek istasyonundan Dünyayı izliyordu.
Mavimelek uzaydaki üst üste binmiş üç farkllı boyutta disk ünitesi ve bu ünitelerle birlikte koca bir mantar görüntüsü veren küre ve silindir üniteleri ile koca bir inşaattı. Uzaydaki mavi ışıklarla yanan koca bir mavi mantarı andırsa da onu gören her insan şairane biçimde dünyanın mavi meleği olduğunu söylüyordu. Koca istasyonda yarım kapasiteye bile ulaşılmamıştı ama şimdiden 10 bin kişiye evsahipliği yapıyordu. En geniş disk ünitesiyle çapı 6 kilometreye yaklşaıyordu ve silindir ünitenin ucundaki küre ünite ile beraber uzunluğu yaklaşık 5 kilometreydi. İnsanoğlunun Grekul teknolojisi olmadan bu büyüklükte bir inşaatın uzayda bu süratte yapılabilmesi neredeyse imkansızdı..
Yokluklarında dünya çok büyük bir hızla değişime başlamıştı. Özellikle büyük şehirlerde bu değişim çok daha gözle görülür bir haldeydi. Şimdi yörüngeden bakınca bile değişimi görebiliyordu.
Askeri bir bakış ile bakıldığında ilk göze çarpan Mavimelek ve yakınlarındaki yörünge tersaneleri idi. Sonra Yörünge Savunma Ağı'nın parçası olan silah uydular göze çarpıyordu. Yörüngedeki ilk kalkan hattını kuran Mavimelek dışında dünya üzerinde daha geçen haftalarda inşaatı tamamlanmış 6 Gezegen Kalkanı Üssü mevcuttu.
Bu kalkanların inşaatının tamamlanması büyük bir olaydı ve yapılan kutlama ve dünya çapında yayınlanan konuşma ile daha da anlam kazanmıştı. Elmo'nun yaptığı konuşma ülke liderlerinin benzer konuşmaları ile desteklendiğinde bu halkın morali üzerinde çok büyük bir olumlu etki yaratmıştı.
Yok olma eşiğinde sallanan ve geçen 10 yıl boyunca alev ve kan banyosunda yıkanmış koca bir gezegen nüfusu şimdi derin bir nefes almıştı. Elmo cenneti hemen şimdi vaad etmemişti ama güzel günlerin geleceğini onlara göstermişti. Büyük şehirlerden başlamak üzere bütün yerleşimlerde bu değişim hissediliyordu. Federasyon, halkının yaralarını sarmaya başlıyordu. Taze yiyecek, temiz su, şefkatli tedavi, adalet ve barınak, korunak veriyordu Federasyon.

Furry derin derin düşünürken yanına yanaşan Sör Arthur'u fark etmemişti.
“Güzel değil mi Amiral? Yani ateşin ve kıyametin en yakıcı bölgelerinde gezmiş birisi olarak eserini izlemek demek istiyorum.”
Amiral daha önce bir iki kez selamlaşıp kısaca konuştuğu Arthur Steele'i gördüğünde gülümsemesini engelleyemedi. Bu ihtiyarı ya hiç sevmez ya da onun sıkı bir takipçisi olurdunuz. Arthur Steele ile tanışıp da kayıtsız kalmak neredeyse imkansızdı. Başıyla selamlayarak konuşmaya başladı.
“Bu eser herkesten çok sizin eseriniz Sör Arthur. Ben sadece kendi payıma düşen, biçilmiş küçük rolü oynadım.”
“Nezaket ve tevazuyu çok abartmamak gerekir Furry. Bu ikisi abartıldığında kibire dönüşür. Sahte tevazunun ardına saklananları sevmem. Neysek oyuz. Elbette resmi bir ortamda bu söylediklerini kabul etmem ama burada ikimiz varız; Evet bu eserin bu kadar yol almasındaki payımı inkar etmiyorum. Lakin bunu tek başıma yapmadım,” diyerek pencereden dünyayı işaret etti. Birlikte hayranca bu mavi küreyi izlemeye koyuldular..
“Bize biçilen rolleri oynuyoruz Amiral, çok doğru. Daha ilk savaşının ilk dakikasında bir Kovan askerince öldürülen gencecik bir askerden bana ve sana, Başkana kadar hepimizin bir rolü var. Bu yolda tek bir adım ile yüzlerce adımın birbirinden farkı yok. Hepimiz önemliyiz.”
“Bazılarımız daha uzun yaşayıp acıların meyvesini tadabiliyor,” diye cevapladı Amiral. İlk kavgasında ölen asker kısmı içinde sayısız hatırayı canlandırmıştı.
Arthur onun daha derinlere çekilmesine engel olmak için hemen gülümseyerek lafa girdi.
“Seni neden bu kadar geç çağırdığımızı merak etmişsindir Amiral. Aslında önceden çağıracaktık ama Başkan ailenle beraber geçireceğin vakitten çalmayı istemedi.. Romano birşeyi çok iyi biliyorsa o da insan ruhudur. Geniş omuzlu koca İtalyan Aygırının pazuları büyük olabilir ama kalbi kadar büyük değiller. O bedene nasıl sığdığına şaşırdığım kocaman yufka bir yüreği var,” diyerek Elmo'ya hayranlığın samimice söyledi Arthur. Dostunun erdemleri ona hep ilham vermişti. Sonra çabucak ekledi, “Elbette bu sözleri söylediğimi de tarih önünde inkar edeceğim,”
İkisi birlikte kahkahayı koyuverdiler.
“..Ne diyordum, ahh, kusura bakma aklımda o kadar çok şey var ki bazen bir konuyu konuşurken diğer düşünceler araya giriyor ne dediğimi unutuyorum.. Ah, evet, seni niye çağırdık.. General sana kendisi söyleyecek ama sürprizini bozacağım,” diyerek yavaştan ciddi bir havaya büründü Arthur.
“Amiral, İzsürücü Filo komutanı olarak harika bir iş çıkardın. İltifat etmiyorum. Doğrudan işin özünü konuşuyorum. Nasıl gideceğinden hiçbirimiz emin değildik, uzay kadar karanlık ve kocaman bir bilinmezdi. Fakat şu son 5 ay içinde yaşadığımız birçok mucizeden birini de sen yarattın. Sana verilen sınırlı kaynaklarla çok zor bir görevi başarı ile yerine getirdin. Tıpkı Buhran dönemindeki çatışmalar ve Alaska-Kuzey Kutbu bölgesinde Kovan'a karşı verdiğin mücadele gibi.. Görevlendirildiğin Nuh Projeleri'ni başarı ile hayata geçirdin. Filona savaşlarda başarı ile komuta ettin. Kovan güçlerinin hareket kabiliyetini ve savaş gücünü ciddi ölçüde kırdın. İki kuadrantta ikmal ve gözlen noktaları inşa ettin. Kendi kaynak üslerini kurdun ve kalelerle buraları savundun. Amiral, alabileceğin bütün madalyaları ve çok daha fazlasını hak ettin.”
“Elimden geleni yaptım Sör Arthur,” diyerek ciddice cevapladı Amiral Furry.
“Biliyorum. Biliyoruz. Senden daha başka beklentilerimiz de var Amiral. İzsürücü Filo'yu sen kurdun ve ayakları üzerinde durabilecek hale getirdin. Sana yeni bir alanda başka bir zor görevde ihtiyacımız var. Yerine Amiral Senyavin'i getirdiğimizde seni kızağa çektiğimizi düşünmemişsindir umarım. Bir koltuğa iki karpuz sığmayacaktı ve bugünkü durumda elimizdeki iki çok önemli koltuğa en uygun adamları getirmemiz gerekiyordu,” diyerek gülümsedi Arthur.
“Anlıyorum, Amiral Senyavin çok daha girişken bir komutan olarak üne sahiptir. İzsürücü Filo'dan daha aktif bir rol oynaması beklenecek sanırım.”
“Sadece o kadar da değil, gerisini General anlatacak Furry, ah, bak işte toplanmaya başladılar, tam da zamanında..”


Toplantıda General Collins, General Woo, kurmay heyetindeki 12 subay ve general ile Başkan ve danışmanları göze ışıltıları ile hücum ediyordu. Sivil katılımcılar, siyasetçiler ve üst düzey bürokratlar ile bakanlardan birkaçı da buradaydı.
Herkes yerini aldığında General Collins burada bulunma amaçlarını anlatmaya başladı.
“Burada konuştuklarımızı bu oda dışında konuşmamız yasaktır. Federasyon bildirgesinde artık gizli kapaklı işler olmayacağı ve yöneticilerin yaptıkları herşeyin hesabını vereceklerinin yazılı olduğunu hepimiz biliyoruz. Bununla beraber bu konunun gizliliği savaş halinde olduğumuzdan ileri gelmektedir.”
“Bayanlar ve baylar, her geçen gün dünyanın içinde bulunduğu durumun ciddiyetini biraz daha iyi anlıyoruz. Şu geçen 10 yıl bize gösterdi ki dünya yüzyıllardır başını kuma gömmüş biçimde yalan bir dünyayı yaşıyormuş. Şimdi keskin gerçeklerle ve kocaman soğuk bir evren ile karşı karşıyayız.”
“Edebiyatı bir kenara bırakıp süratle konuya geliyorum. Hepimizin yapacak bir sürü işi var.”
“Gözlerimiz artık açık. Mharjil ve Tüccarlar ile tanışmamızın ardından evrende sadece Kovan ve Grekul gibi düşmanlarımızın olmadığını görmemize rağmen, hala bu evren çok sert bir evren. Bunu biliyoruz. Galaksimiz ile ilgili bilgiler konusunda özellikle üzeri sisli bırakılan bir konu vardı geçen aylarda..”
“Orada başka hayatlar var mı?”
“ Evet, var.”
Bu noktada hem Amiral Furry hem de diğer pek çok katılımcı rahatsızlıkla kımıldanmıştı ve fısıltılar, tedirgin nidalar duyulmuştu.
Amiral, “diğerleri” hakkında bütün gemi kaptanları gibi, İzsürücü Filo yola çıkarken bilgilendirilmişti ama bu durum hala çok tedirgin ediciydi.
General Collins konuşmaya devam etti. Ayağa kalkmıştı ve güzel, aydınlık manzaralı koca pencerelerin önünden dışarıyı; Dünya'yı işaret ediyordu.
“Uzayda da tıpkı dünyada olduğu gibi yaşam var.”
“Uzay da tıpkı dünyanın son birkaç yüzyılda olduğu gibi çok karışık.. Hem de çok daha uzun bir süredir.”
“Samanyolu'nda yaşayan “yerli halkların-türlerin” sayısı üzerinde Grekul ve Tüccar raporları tam uyumlu olmasa da Ravardlar, Mharjil ve Tüccarlar'ın bize verdikleri bilgilerde kesin olan bazı noktalar var. Şimdi bunları elimden geldiğince yavaş ve öz biçimde aktaracağım.”
“Samanyolu için konuşmaya başladığımızda kısaca söylemek gerekirse bu Galaksi en azından 50 bin yıldır Grekul'un arkabahçesi. Bu galaksiye ilk geldiği dönemde yaşanan büyük bir savaştan sonra Samanyolu halklarından bazıları yok olmuş ve diğerleri de çok ağır yaralanıp Grekul'a boyun eğmiş. Anlaşılan kendi sebeplerinden ötürü Grekul bunları yok etmemiş ya da edememiş ve bu halklar varlıklarını sürdürüyor.”
“Ele geçen bilgiler bu halklar arasında hala Grekul'a direnenler olduğunu gösteriyor. Onunla yandaş olanlar ve bu kavgalara bulaşmadan Grekul'un gazabından sakınarak yaşayanlar da var.”
“İsimleri şu ilk anda size bir şey ifade etmese de şu an için öncelikle önemli gördüklerimiz hakkında ilk bilgileri duymanızda fayda var.”
“Fhiri; bunlar Grekul ve onun yandaşları ile savaşan bir halk. Göçebeler. Mharjil ile yakın ilişkileri var. Bizim bildiğimiz anlamda bir ittifak değil. Yine de dost sayıyorlar birbirini.”
“Nht; bunlar bir tür Dünya benzeri Federasyon. Çok ilginç bir güneş sisteminde yaşıyor. 4 farklı ırk, fiziksel olarak da bazıları cidden çok farklı. Zamanında bazıları Grekul'dan çok ağır darbeler yemiş. Artık savaşmıyorlar ama Tüccarlar onlara çok önem vermemizi öğütlüyor.”
“Thulan; Bunlar büyük ihtimalle düşmanımız. Bu ırk Samanyolu'nda Grekul sonrasında evrimleşmiş. Asker ve köle bir soy. Samanyolu'nun kabadayıları.”
“Uthulu; Böceklerden bıktınız biliyorum ama bunlar da bir diğer böcek soyu. Yarı-humanoid. Grekul mandasındalar ve savaşçılar. En çok Thulan ile olmak üzere herkes ile savaşıyorlar. Bunlar da bela potansiyeline sahip.”
“Afii, ya da Afih, iki ismi de kullanıyorlar. Bunlar hem denizde hem karada yaşayan humanoid bir soy. Grekul ile en sert çarpışmış ırklardan biri olarak biliniyorlar ve kendi bölgelerinde, diğer ırkların gözünde ciddi ağırlıkları var. Mharjil onlar ile yakın ilişkileri olduğunu söylüyor ve dost olmasalar bile düşman olmayacakları konusunda çok iddialı konuşuyor.”
“Eera; Teknolojiyi seven bir ırk ve komşuları ile binyıllardır garip bir savaşın içindeler. Kuralları olan bu savaş adeta bir maç onlar için. Grekul ile anlaştıkları ve ona karışmadıkları biliniyor. Ama Grekul minyonları olan Uthulu ve Thulan ile savaşıyorlar ve Grekul buna karışmıyor. Biliyorum, ilginç bir evrende çok ilginç bir Galakside yaşıyoruz.. Anlamaya henüz başlamadık bile..”
“Ohraia; Eera'nın savaştığı düşmanı. Ohraia bir sualtı ırkı. Çok zekiler, duyguları biliyorlar ama akıllarını duyguları üzerinde hakim tutmaları ile ünlüler. Humanoid aracı bedenleri kullansalar da asıl biçimleri kesinlikle insandan çok farklı. Eera ve Ohraia kapalı kutular. Dost mu düşman mı bilemeyiz.”

General Collins bu rahatsız edici açıklamaları sindirmeleri için herkese biraz zaman verirken toplantı salonunda fısıldaşmalar başlamadan evvel uzun bir sessizlik vardı.

Sözü şimdi Elmo alıyordu.
“Mharjil ie İttifakımız gereği bazı konularda tek başımıza karar veremeyiz. Ama en azından kendi fikrimizi inşa edebiliriz. Bunun için buradayız.”
“İşin aslı ben ve Danışmanlarım pek çoğunuz ile bir süredir bu konulara ilişkin konuşmalar yapıyorduk. Eğer geriye dönüp düşünecek olursanız yaptığımız bazı konuşmalar sizin için daha başka anlamlar da kazanacak. Kaba tabir ile nabız yokluyor ve fikirlerinizi çalıyorduk. Aslında bugün içinde bulunduğumuz durumda tek yönlü bir yolda tek şeritte gittiğimizi söylemek yanlış olmaz. Sadece hızımızı belirleyebiliyoruz ki bu, bazı dönemeçlerde takla atacak mıyız atmayacak mıyız, o tümseği çıkabilecek miyiz yoksa geri mi kayacağız bunu belirleyecek en önemli etken..”
“Bayanlar ve baylar, bir yarışta arabanın tek bir pilotu vardır ama yarış ekip işidir. Büyük bir ekip işi.. Kararlarımızı alırken pek çok kişinin fikirleri bize yol gösterdi.”
“Dünya-Mharjil İttifakı'nı genişletmek için karar aldık. Grekul'a karşı yalnız bir savaş vermektense bu Galaksinin diğer halkları ile birleşip ortak bir savaş vermeye karar verdik. Bu yolda çalışmalarımız şu anda bile sürüyor. Başkan Yardımcımız Michael Oz ve Mharjil Temsilcisi Kwyn şu anda Tüccarlar'ın da desteğini alan bir diplomatik seferde. Diğer Samanyolu halkları ile ilk temaslarımızı gerçekleştiriyor.”
Salonda fısıldaşmalar yine yükseliyordu..
“Kolay olmayacak. Hemen bir mucize beklemiyorum, beklemeyin. Sonuçta eğer bir parça insanın düşüneceği duygularla düşünüyorlarsa, bazıları, Samanyolu'ndan binlerce yıldır süren Grekul işgalinin sorumlusu olarak bizim varoluşumuzu göreceklerdir. Grekul'un gittiğine inanmayacaklardır, geri döndüğünde karşı durmayı isteyecekler mi? Ya da Grekul'dan önce, ilk önce bizimle mi intikam için savaşacaklar..”
Gerçekten de bu toplantı ağırlığı ve yoğunluğu yüksek bir toplantıydı ve güç mevkilerinde oturan bazı üyeler bile ciddi biçimde Başkan ne derse onu hemen tartışmasız kabul etmeye razı idi. Bu oyun çok büyük ve çok başka bir oyundu.

General burada Başkan'ın işareti ile söze geri döndü. Süratle kararan havayı askeri biçimde dağıtmak onun görevi idi.
“Tüccar istihbaratı ve ve Mharjil bilgileri Galaksideki halkların son Grekul hareketi karşısında bir süre daha izlemede kalacağı yolunda. Binlerce yıldır süre gelen gönülsüz anlaşmayı bozmadan evvel bu halkların bundan daha fazlasına ihtiyaç duyacaklarını tahmin ediyoruz. Onlar için de ortam çok sisli ve bu sis aralanmadan kimse önünü görmeyen bir adım atmak ya nereye gittiğini bilmeden bir tetik çekmek istemeyecek.”
“Bu noktada avantaj bizim elimizde. Grekul'un en azından bir süre için-ama iyi bir süre için çok ciddi bir sorun olmayacağını biliyoruz. Grekul adı hala güçlü ama bedeni bu galakside zayıf artık. Mharjil de bizim planımızı kabul etti. Bayanlar baylar, Sadece Kovan değil, Grekul da artık can düşmanımız ve ikisi de Samanyolu'ndan temizlenmeden durmayacağız. Savaşa gidiyoruz.”

Toplantının sonraki bölümlerinde General gayet askeri biçimde Dünya ve Mharjil'in kaba hatlarla nelere sahip olduğunun altını çizdi ve ortadaki sisli durumda bilgi avantajına sahip taraf olarak süratle bu sisten faydalanmanın önemini vurguladı. Sis kalkmadan ve mümkün olduğunca az gürültü çıkararak mümkün olduğunca çok iş çıkarmak amacındaydılar..
İşte Amiral Furry de burada sahneye çıkıyordu. Amiral bir kez daha yeni bir oyunun ilk kurallarını belirleyecekti. Furry'nin yapıcı zekası bilinmeyeni öğrenip bilinir kılmak ve ona uyum için ilk kuralları koymayı çok kolaylaştırıyordu ve yeni düzenler kuruyordu. Bu bir şeyleri yıkmaktan çok daha değerliydi.
Amiral burada, Samanyolu İttifakı'nın üzerinde yükseleceği temellerin inşasında askeri harekattan sorumluydu. Nerenin ve ne zaman vurulacağını Furry söyleyecekti. Amiral İttifak Filosu'nun Öncü Gurubu'nun başına atanmıştı; daha doğrusu onu kurması bekleniyordu.


Elbette Amiral bu göreve verilip yalnız bırakılmamıştı. Bu defa elinde kısıtlı kaynaklar değil bütün İttifak desteği vardı. Bu göreve atanan gemiler ve personelin çoğu İzsürücü Filo'nun tecrübeli savaşçılarıydı ve Furry ile 3 ay en yoğun çatışma döneminde beraberce çarpışmıştılar. Şimdi önümüzdeki yıl inşa edilecek yeni gemiler için planlanmış donanım ve silahlar ile güçlendirilen gemileri ile hem Kovan hem de daha fazlası ile savaşmak için yola çıkıyordular.



Bronz'un 2. Kaptanı Yüzbaşı Emily Dalle bir Bumerangın kokpitinde, gemisinin çevresini tur atıyordu.
Emily mürettebatın neredeyse tüm erkek üyelerinin -hatta bazı hanım üyelerinin- rüyalarını süsleyecek kadar güzel bir kadın olmasının yanında mürettebatın kadın erkek tüm üyelerinin Kaptandan daha çok çekindiği sıkı bir subaydı.
Anadilinde -Fransızca- söylendi Emily. Son 2 gündür süratle testleri uyguluyor ve savaşa dönüş için son hazırlıkları yapıyordular. Gemide aksiliklerin, aksaklıkların, bozuk parçaların olmasını bekliyordu ama önemsiz bir iki arıza dışında ciddi bir sorun yoktu.
Bronz adeta yeniden yapılmıştı şu son 2 hafta içinde. Modüllerinin çoğu değiştirilmiş ve önceden sahip olmadığı bazı donanımlara kavuşmuştu. Gemi ciddi anlamda ağır bir modernizasyon geçirmiş sayılırdı çünkü kapasitesi, ateş gücü epey arttırılmıştı. Böyle büyük bir operasyona rağmen işler tıkırındaydı ve Emily işler bu kadar tıkırında gittiğinde çok rahatsız olurdu.

Öfkeyle seslendi cephane yükleyici gemilerin pilotlarına, “O füzelerin yüklenmesi 2 saat gecikti kızlar! Bu yıl içinde işi bitirin olur mu?” sonra hızını alamadığından Gemi Subayına seslendi yüksek sesle, “Marini, Mech takımlarının gemi üzerinde devriye atması emrimi duyduğunuzdan şüpheliyim. Lütfen beni aydınlatır mısınız?”

Roberto Marini, Sahra Operasyonu'nun Batı Cephesi gazilerinden biriydi ve çok genç, gelecek vaad eden bir subaydı. Geçen aylarda tüm mürettebatın saygısını ve sevgisini kazanmıştı. Hatta kötü huylu Emily bile onu severdi ama ona bağırmasına engel değildi bu.
Marini gülümsemesini gizledi. Yaşına göre son derece olgun ve ağır birisiydi. Sakince, ciddice ve ağır bir disiplinle cevap verdi.
“Mech hangarlarının fırlatma sistemlerinde bir güç sorunu var. Uçuş güvertesinden dolanarak çıkışları zaman alıyor Yüzbaşı. Coşkun ve Nuri şu anda sorunla ilgileniyorlar.”
“O ikisi mürettebata yeni katılan hanımlara gemiyi gezdirmekten işlere vakit ayırdılar sonunda demek,” diye alayla konuştu Emily.
Geminin en kalifiye yüksek teknoloji ve mekanik-onarım uzmanları olan bu iki kafadar, Kaptan'ın yumuşaklığından ve torpilinden yüz bularak gayet gevşek bir tempoda çalışıyordu. İkisi de işlerinde çok iyiydi ve gemide önemli arızalar süratle hallediliyordu, buraya kadar sorun yoktu ama küçük işlerin onarımı neredeyse sonsuza kadar sürüyordu. 7. güvertedeki bir kahve makinesinin onarım emri hala bu ikisinin iş listesinde asılı duruyordu. İş emri 4 ay önce verilmişti ve makine hala bozuktu. Emily bu ikisinin canlarını çekinmeden ortaya koyarak çalıştığının da farkındaydı. Bu soytarılıklara göz yummasının nedeni de Filodaki en iyi onarım ekibini eğitmiş olmalarının yanında bu sadakat ve fedakarlıklarıydı. Varsın serseri olsunlardı..

Ryyk bir Ravard idi. Bir Mharjil'di. Geminin ilk seferinden bu yana mürettebatın bir üyesiydi. Her zaman olduğu gibi yine Ravard savaş zırhının içindeydi. Ravardlar kendi teknolojilerini Grekul kökenden geliştirseler de zaman içinde farklılaşmaları kaçınılmaz olmuştu ve Mavi İnsanlardan, Ozanlardan, Dansçılardan, Işıldayanlardan çok etkilenmişti.
Ravard zırhı içindeki Ryyk 2 metreyi aşan boyu ile bir tür biyo-zırh giymiş bir insan sanılabilirdi. Kaynaşma-karışma teknolojisi adını verdikleri bir teknoloji ile kendi cüsselerinden küçük robot bedenlere bile rahatça girebilen Ravardların bu temsilcisine bütün mürettebat çok alışmıştı. İlk haftalarda dönüp dönüp ağzı açık ona bakanlar bile artık alışmış hatta bıkmıştı çünkü Ryyk neredeyse hiç uyumadan sürekli gemide dolaşan bir tipti.
Ryyk gemiye yapılan son takviyelerin listesini gözden geçirirken yanına Yarbay Frost geldi.
İki sert ve aksi asker iyi bir takımdı. Çok şaşılası bir uyum ve dostluk gelişmişti aralarında.
“Geç kaldın Frost. Hiç gelmeyeceksin sanmıştım.”
“Dünya kısa sürede çok değişmiş Ryyk. Seyre daldım desem doğrudur. Ne var ne yok?” diye sordu Frost.
Frost Mars harekatında yüzeye ilk inen elit takımlardan birinin komutanıydı ve Bronz'da da seçkin 1. Bronz Takımı'nın lideriydi. Unity sınıfı bütün gemilerde bulunan bu 1. Takımlar dünyanın en seçkin özel kuvvetleriydi.
Ryyk telepatik bağ için Frost'u selamladı ve bilgi yüklemesi için izin istedi.
“Yapma yahu, o kadar çok mu yenilik var?”
“İstersen suni bilgi ekim dosyalarında tek tek kontrol et..” diye haince gülümsedi Ryyk'in sesi.
Frost irkildi. Suni bilgi ekimi belki araba kullanmaktan daha güvenliydi ama hala rahatsız ediciydi. Özellikle de telepatik güçleri olanlar için.. Frost da bir psişik idi. Takımın görevli psişiği olan Greyterran Gina kadar güçlü değildi ama yetenekleri ile hala savaş alanında ciddi bir psişik idi.
“Teşekkürler, ben telepatik paylaşımı tercih ediyim. Hazırım.”
“İşte..” dedi Ryyk ve bir saniye sonra bitmişti bile.
Frost aklındaki yeni bilgiyi kontrol ediyordu.
“Daha çok silah için daha iyi iç yerleşim ayarlamaları, maksimum hacim kullanımı, minyatürizasyon seviyesi artmış ekipmanlar ile yerden daha çok tasarruf.. Mürettebat sayısı 250'ye çıkmış.. Asker sayısı 800. Mech sayısı 48 olmuş. Kinetik enerji silahları eklenmiş. Zeus taretleri ışın silahları ve kinetik taretlerle değiştirilmiş. Daha çok savunma tareti.. Dron avcı filosu eklenmiş.. Daha çok ve daha güçlü füzeler, yeni ve daha çok torpido.. Daha daha daha..”
“Bütün bunları neden sayıyorsun? Ben zaten biliyorum. Sen de öğrendin..”
“Bu da bizim insanca saçmalıklarımızdan Ryyk,” diye güldü Frost dostunun omzuna vururken.
Ryyk, “Saçmalık, çok saçma,” diye söylendi ve envantere, mürettebat listesine göz atmaya geri döndü..



Ayrılık günü sonunda gelmişti. Bütün mürettebat yerindeydi ve gemi Mavimelek tersanelerinden açıkta Kaptanının emrini bekliyordu.

Kaptan Furry koltuğuna oturdu. Güzel bir sabah diye düşündü. Dışarıda sıcaklık -200 derecenin altındaydı. Uzay katran gibi karanlıktı. Güldü kendi kendine.
Emily, Kaptanına gülümsedi. Roberto son kontrolleri tekrar tekrar en ince ayrıntısına kadar gözden geçiriyordu. Frost Köprüdeki 1. Takım koltuklarında yanında Gina, Ryyk ve diğerleri ile beraber oturuyordu.

Kaptan, koltuğuna iyice yerleşti. Bu yeni koltuklar çok daha rahattı doğrusu. Bütün köprü dizaynı Mharjil ve Ravard tecrübelerinden, Tüccar tavsiyelerinden yola çıkarak yeniden ayarlanmıştı.
Tek Beyin Sistemi olarak adlandırılan ve tüm koca gemiyi tek bir kişinin yönetmesine imkan veren gelişmiş sisteme yeni özellikler eklenirken Kaptan koltuğu köprünün en gerisinde ve yükseğinde bir kürsüye dönüşmüştü. İki gemi subayı önünde ve en önemli istasyonlarının koltukları da onların iki yanında iki sıra ile yanlara açılıyordu. Ortada büyük bir hologram harita ve ekranlar kümesi ile diğer istasyonlar mevcuttu. Gövdenin içine gömülü olan köprü kendi bağımsız gücü ve iç kalkanları, ağır zırhı bulunan adeta ayrı bir gemi idi.

“Son kontroller Emily,” diyerek beklenen emrini verdi Furry.
“Son kontroller, derhal Kaptan,” diyerek emri tekrar etti ve tüm istasyonlara aktardı Emily.
Bütün istasyonlara ulaşan bu emir için süratle istasyonlardan onay işareti olan yeşil ışıklar geliyordu. Roberto bunları izliyordu.
“Bütün istasyonlar, Hazır Kaptan,” diyerek bildirdi Roberto.
“Çok güzel, Yüzbaşı Marini,” diye gülümsedi Furry. Emily'nin aksine Furry işlerin iyi gitmesine bayılırdı. Dümencisine seslendi Furry. “Teğmen Miranda, Uçurun bizi lütfen.”
Teğmen Miranda Burns, çakı gibi üniformasının içinde rengarenk punk saçları ve sayısız küpesi, dövmesi olan ufak tefek ve hep gülümseyen, çok tatlı bir genç hanımdı. Gülümseyerek ve hevesle emre cevap verdi. Miranda bu gemiyi uçurmayı seviyordu!
“Derhal Kaptan! Hiperuzay için, 3, 2, 1. Şimdi!”

Hiperuzay motoru geminin önündeki uzayda hiperuzay geçidini süratle açıyordu ve bir saniye sonra Bronz, geçidin olay ufkuna temas ederek geçitten içeriye, hiperuzaya geçiyordu.

Hiperuzay, çevrelerinde dans eden buğulu bir ışık şenliği idi. Karanlığın içinde kuzey ışıkları gibi danseden bir ışık denizinde yüzüyordu Bronz.

Hiperuzayın katmanlardan oluştuğu ve farklı katmanlarda ilerlemek için farklı ölçüdeki çekim güçlerine ve radyasyon seviyelerine direnç sahibi olmak gerektiğini biliyordu artık insanoğlu.
Şu anda hiperuzayın en basit yolculuk edilen katmanlarında yolculuk etmek insan için fazlasıyla yeterliydi. Bu ilk ve en yüzeysel katmanda bile hiperstream denen güçlü rotalar mevcuttu ve bunların kullanımı ile hiperuzayda motorların sağladığı itişin gücünü birkaç misline arttırmak mümkündü.





Bronz son yarım saattir sorunsuz biçimde hiperuzayda, YONCA istasyonuna çizilmiş rotasında ilerliyordu.
Yonca ilk ciddi uzak uzay üssü olarak insan için önemliydi. Quad4 tipi bir üs olan Yonca'nın A Modülleriyle süratle inşası, 3 aylık çatışma döneminin ortalarına denk gelmişti ve faaliyete geçtiğinde İzsürücü filo rahat bir nefes almıştı. Yaralı gemilerin onarımı ve cephane ikmali, askerlerin tedavisi ve istirahati için Yonca bulunmaz bir nimetti. Üst üste dört disk üniteden oluşan dört blok, bağlantıyı sağlayan koca bir sütun-bir iskelet yapının çevresinde dört yapraklı bir yonca gibi ışıldıyordu.
Yonca evden uzaktaki bir evdi. Özellikle bu yanına işaret eden özelliği 4 bloğun tepelerinde bulunan 180 metre çapındaki birer kubbe habitatdaki 4 farklı dünya manzarası idi. Bir kubbede güzel bir tropik plaj vardı, diğerinde bir kır bahçesi ve bir diğerinde güzel bir koru.. Bir başkasında eğlence merkezlerini hatırlatır biçimde restoranlar, spor salonları, saunalar, diskolar ve barlar vardı..

Mürettebat göreve değil de ikinci evlerine gidiyor gibiydi. Dünya yeni yaşam tarzına süratle uyum sağlıyordu. Son 10 yılda yaşanan felaket ve kıyametlerin üzerine, hala savaşta olmalarına rağmen, bu yeni tarz ilaç gibi gelmişti. Ölüm hep vardı ama uzun zamandır ilk kez gerçekten yaşam da vardı..

Furry mürettebatının hoşlanmayacağını biliyordu ama görev görevdi. Yapılması gereken işleri vardı. Gizli görevleri artık başlamıştı. Yeni rotayı kendi elleriyle Klavuz Bilgisayarına girip rota değişimine onay verirken mürettebatına da sesleniyordu.
“Kaptanınız konuşuyor. Bir dakikanızı bana ayırın.”

Mürettebat bulunduğu istasyonlarda yaptığı işe ara vermiş ve monitörlere ya da hoparlörlere dikkat kesilmişti.

“İzsürücü Filodaki görevimizin değiştirildiğini ve yeni bir görevce yeni emirler ile gittiğimizi biliyorsunuz. Az önce ilk görevimiz için rotamızı değiştirdim. Bütün istasyonlar 1 saat içinde savaş güçlerini raporlamaya ve 3 saat içinde de sıcak çatışmaya hazır olsun. Düşman uzayına tahmini varış süremiz 10 saat. Furry, tamam.”

24 numaralı yedek parça deposunda, gemiye yeni gelmiş çaylak bir uçuş teknisyeni olan sarışın huri hafif bir endişe ile nefes nefese sordu.
“Bu.. ne kadar.. ciddi.. Nuri?”
Nuri de ter içindeydi ve nefes nefese konuştu. Öpücüklerin arasında zorlukla anlaşılıyordu ne dediği.. Elleri hiç rahat durmuyordu ve sarışının gülücükleriyle inlemeleri onun bundan şikayetçi olmadığını gösteriyordu.
“Kaptan.. Furry ile.. cehennemin dibine.. koloni kurmaya.. gitsek... tek endişem... soğutucu sistemlerin.. arızalanması.. olur hayatım.. Dert etme.. Gittiğimiz.. yerdekilerin.. sorunu.. Bizim değil..”

Coşkun, 5 güverte ötede soteye oturmuş küçük bir şişe viskiyi keyifle yudumluyordu.. Tatsızca ayağa kalktı çöktüğü yerden. Viski şişesini cebine yerleştirdi. Bilekliğindeki bilgisayarına göz attı. İş emirlerini ve diğer bakım-onarım ekiplerinin ne durumda olduğunu kontrol etti. Kendi çaylak takımına doğru seslendi. Sesinde tatlı bir gülümseme vardı.
“Ne durumdayız hanımlar?”
Cevap da gülümseme ile geldi. Onarım ekibinin en yeni çaylakları 3 güzel hanımdı.
Dünya savaş ve çatışma ile geçen aylarda erkek nüfusunun büyük bölümünü kaybetmişti. Hanımları hayatın her safhasında ve her görevde-her işte görmek kaçınılmazdı artık. Erkeklerin bu yeni dönemde bundan hiç şikayeti yoktu. Özellikle de Coşkun'un..
“Az kaldı Coşi,” diye seslendi teknisyenlerden biri.
“Sanırım bu işi çok sevicem, nerdeyse bitirdik Co,” diye cevapladı diğeri.
Bir diğeri üst kat merdiveninden kayarak Coşkun'un yanına indi. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı.
“Ben bitirdim bile. Bana vereceğin başka bir iş var mı şef?” diye çapkınca soruyordu sesi..
Coşkun derin bir nefes alırken içinden “ahhhh” diye aşkla bağırıyordu.
“Bir şeyler bulacağıma eminim Emma, şimdilik diğerlerine yardımcı ol, olur mu?”
“Sen nasıl emredersen Şef. Patron sensin,” diye yine çapkınca ve utangaçca gülümseyerek söylemişti Emma.
Emma teknisyenlerin giydiği vücudu saran standart koruyucu tulumlardan birini giyiyordu ama kalçasını sallayarak yürek yakan yürüyüşü hiç de standart değildi.
Coşkun cebindeki viski şişesini geri çıkardı ve Emma köşeyi dönerken şişeyi şerefe kaldırdı,
“Elmo Maurizio Romano'ya.. Yeni bir çağı açan adama.. Sana uzun ömürler ve sağlık diliyorum.. Şerefine içiyorum.. Çok yaşa Romano!”


Bronz'un reviri çarpışma görmüş bir revirdi. Personel tecrübeliydi ve gemiye yeni gelen personel ise ya çok iyi eğitilmiş yeni tıbbi personel ya da tecrübeli doktor ve sıhhiye personeli idi.
Revir Başhekimi Doktor Yüzbaşı Markus Rouvas, nanomed iyileştirme tüplerini ve soğutucudaki sentetik organ maddesini kontrol ediyordu. Yanına yanaşan asistanı Doktor Mayer birden soruyu patlattı.
“Neler oluyor Doktor? Aylardır birisine sormak istiyorum. Senden iyisini bulamam Markus,” diyerek konuyu açmak için ilk adımlarını attı..
Rouvas açıkça afallamıştı. Bu da neydi şimdi!?
“Neyi kast ediyosun Peter?”
Peter pek açıkça soramadığını daha yeni anlıyordu.
“Doğum kontrol hapları ve prezervatif kullanımı çığ gibi büyüyor.. Sadece gemiden bahsetmiyorum, diğer gemilerdeki doktor arkadaşlarım ve Sağlık Bakanlığından İstatistik Araştırma Bürosu ile de konuştum. Heryer aynı. Hamile sayısı ve evlilikler artıyor.. Şimdiden ilk doğumlar başlamış ve yakın-ileri zamanda doğumu bekleyen hamilelerin nüfustaki oranı bunun kat kat fazlası.. Meteor vuracak dendiği günden bu yana sahadayım Doktor. Sana söylüyorum, havada hiç koklamadığım kadar yoğun bir aşk kokusu var. İnsanlar tavşanlar gibi her yerde sevişiyor. Her yerde liseli aşıklar gibi öpüşüp koklaşan, guruplar halinde dolaşan çiftler var.. Yanlış anlama, aşk güzel bişey, insanların mutlu olması çok güzel ama bu normal gelmiyor.. Neler oluyor doktor? Kovan bakterisi mi? Grekul virüsü mü? Federasyon dünya nüfusunu arttırmak için gizlice halk üzerinde bir deney mi sürdürüyor?”

Mayer cidden soruyordu ve hem endişeli hem meraklı görünüyordu.
Rouvas bir iki saniye donmuş biçimde ve şaşkın bakakaldı Mayer'e. Sonra da kahkahayı patlattı ve bir süre katıla katıla güldü.
Bütün revir o yana dönmüştü ve Rouvas bir iki dakika sonra yavaştan toparlanırken Peter'e yanına gelmesini işaret ederek küçük ofisine doğru yürüdü.
Sandalyesine otururken Doktor Rouvas hala gülüyordu.

“Peter Mayer, sevgili dostum. Epeydir böyle iyi gülmemiştim. Sana çok teşekkür ediyorum. Bu iyiliğin hatırına sana gerçeği söyleyeceğim.”
Mayer birden atıldı. Sesi kısık ve heyecanlıydı.
“Bişeyler döndüğünü biliyodum. Biliyodum. Biliyodum.. Federasyon mu yaptı? Federasyon değil mi?”
Rouvas “ahh” edercesine gülümsedi. Sonra yüzündeki gülümse silikleşip yerini ciddileşen bir ifadeye bıraktı.
“Meteor'dan önce, hiç büyük felaket ya da savaş bölgelerinde bulundun mu Mayer?”
Mayer ters köşe yapan bu soruya hiç hazırlıklı değildi.
“Hayır, Doktor.”
“Ben bulundum Mayer. Çok insanın öldüğü çok büyük felaketleri gördüm. Çok fazla kan ve çok fazla keder gördü bu gözler. Doktor olurken karşılaşacağımı düşündüğümden, dayanabileceğime inandığımdan çok fazlasını gördüm.”
Rouvas artık dalgınca derinlere inmişti ve durmadan anlatıyordu. Mayer sadece onun peşine takılmıştı ve onunla beraber adeta geçmişi hissederek dinliyordu..
“Savaşlarda insanlar ölür Mayer. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç, bebek.. Ayrım yapmaz savaşlar. Felaketler de ayrım yapmaz.. Ölüm ayrım yapmaz Mayer. Ölümden geriye acılar kalır, keder kalır. Hatıralar, pişmanlıklar, suçluluk kalır.. Belki sorusu, keşke dileği kalır geriye.. Ölümden geriye daima ve en çok da gözyaşı kalır, Mayer..”
“Gözyaşı, insana tanrının en büyük armağanlarından biridir dostum. Ölümün alev alev yanan keder ateşini küllendirir gözyaşı. Gözyaşı ruhları hafifletir. Her damla gözyaşı yarınlara bir umuttur ve yarınlar için cansuyudur, Mayer.”
“Dünya geçen yıllarda çok ağladı... Dünya ne zaman büyük kayıpları için bu kadar gözyaşı dökse bu gözyaşı umut olur, yaşam olur yeniden tomurcuklanır.”
“Savaş ve felaket bölgelerinde, acı olayları takip eden dönemlerde hep yeni yaşamlar yeşermiştir dostum. Buna kimisi doğanın hayatta kalmak için biyolojik saati hızlandırması der, kimisi insanların ölümü hissettikten sonra yaşamı daha bir kucaklaması der.. Kim ne derse desin gerçek olan, acılardan ve ölümlerden boğulma noktasına gelen insanın kurtuluş umudunu başka bir insanın ruhunda ve bedeninde bulmasıdır. Acılarımızı birbirimize sarılarak dindiririz. Birbirimizi kucaklayarak hayata tutunuruz. Yeni bir hayat yaratarak, bir parçamızın onunla yaşayacağını bilerek, yaşamın yeniden başlayacağını ve umut olduğunu görerek teselli buluruz...”
Rouvas kaybolduğu derinliğin içinde suskunca ne kadar oturduklarını fark etmedi ama Mayer'in yavaşça ve düşünceli biçimde ayağa kalktığını gördü.. Ona doğru farkında olmadan sordu;
“Nereye gidiyorsun Mayer?”
“Hayata tutunmaya..” diye cevap verdi genç Doktor.
Mayer'in sesi de derinlerden ve çok uzaklardan cevap vermişti..

Bronz'un 1. Takımının Doktor üyesi Amber Thorn çok çarpıcı bir kumraldı. Ne zaman Bronz'un koridorlarnda yürüse çevredekilerin bakışları bu güzelliği görmek için o yana şöyle bir dönmeden duramazdı. O gözler şu anda bu Amber'in odasındaki duş kabininde olmak için neler vermezdi..
Amber saçlarını tatil sırasında nanobotlar ile uzatmıştı ama şimdi yeniden savaşa döndüklerinde yine çene hizasında kestirmişti. Kısa saç ile daha rahat ediyordu görevde.
Bronz'un uzaylı teknolojisi ürünü geridönüşüm ve depolama sistemleri sayesinde mürettebatın uzayda bile müsrifçe duş yapabilmesi mümkündü ve Amber bu lükse bayılıyordu. Sıcak su ve buharların cildine verdiği yumuşaklığı seviyordu. Amber'in sevgilisi de bu yumuşaklığı seviyordu.
Aşkı Amber'in aklına gelince gülümsedi. Keşke o da burada olsaydı..
Amber, Panterler olarak anılan dünya Özel Kuvvetler Komutanlığında eğitilmiş bir asker-doktor idi. O da Panterlerin çoğu gibi kısıtlı da olsa psişik güçler taşıyordu ve zayıf da olsa o güçleri sayesinde kendine yönelik güçlü duyguları hissedbiliyordu.. Özellikle de bu kadar yakınken.
Banyo kapısının açılmasından çok önce odasında kimin olduğunu biliyordu.
Kapı açılırken o yana gülümseyerek döndü Amber. Dileği gerçek olmuştu.. Duş kabininin kapılarını iki yana kaydırdı.. Elleri kapılarda iki yana açık, davetkarca bütün çıplaklığını sergiledi. Heyecanlı ve sabırsız bir gülümseme vardı yüzünde. Aşkı da neredeyse çırıl çıplaktı karşısında.
“Güneş yanığı tenin çok çarpıcı, biliyorsun değil mi?” derken gülümsüyor ve üzerindeki son parça giysileri savuruyordu 2. Kaptan Emily Dalle.
Amber gülümserken ve kollarını onun boynuna dolarken fısıldıyordu;
“O halde iyi ki çıplak güneşlenmişim..”
İki genç kadının dudakları aşk ile kavuşuyordu..

Frost silah odasındaydı ve görev öncesi timin silah ve donanımlarını bizzat gözden geçiriyordu. Gina gelene kadar yalnızdı.
Gina bir Greyterran idi ve Federasyon Filosunda ilk görev alan Gri İnsanlardan biriydi. Gökkuşağı Adasında çok kısa bir süre bulunmuştu ve bütün ırkının gördüğü tedavi ve eğitimi Ada'da değil bu gemide Ryyk'den almıştı. Ada'da olmaktan daha bile iyi gelmişti bu ona.
Gina kısa sürede Ryyk ve gemideki dost ortamda adeta çiçek açmıştı. Kızlar Gina'ya bayılıyordu. Erkekler savaşta onun desteğine tapıyordu. Kaptan, Gina'nın ekibinde olmasına paha biçemiyordu.
İki metreye varan boyu ve kavgadaki sert mizacı-atletik vücudu ile tam bir Amazon savaşçısıydı Gina. Psi-Zırh giysisi gri nanometal özellikteydi. Zırhının kristaller, elektronik parçalar ile donanmış görüntüsü ona mücevherlerle kaplanmış gibi bir hava veriryordu ki Gina'nın etkileyici görünmek için bunlara ihtiyacı yoktu; Bütün ırk üyeleri gibi o da çarpıcı bir fiziksel estetiğe sahipti.
Kısa saçları gemideki hanımların çeşitli denemeleri ile ortaya çıkmış kısacık, dağınık ve kirpimsi bir modeldeydi. Bu model ona çok yakışıyor, vahşi bir hava veriyordu. Irkının karakter özelliği olan sarı göz bebekleri yerindeydi ama saç rengi kuaför görmüştü. Gümüşlü-platinli-altın renkli bir sarı cümbüşüydü saçları.

Frost geçen aylarda hiç tarzı olmadığı biçimde komuta ettiği bu takım ve özellikle bu hanım ile çok yakınlaştığının farkındaydı. Öfke yumağı olan hırçın savaşçı süratle ve ciddi ölçüde yumuşamıştı geçen kısacık zamanda..
Çok yakınlaşmak Gina söz konusu olduğunda yakınlaşmaktan öteye geçip birleşmeye kadar varmıştı, dünyaya dönüşten hemen önceki günlerde..
“Daha ne kadar kaçmayı planlıyorsun?” diye sordu Gina.

Frost, Dünyada geçen zamanda ve gemiye döndüklerinden bu yana -üstü kapalı biçimde- arada bir mesafe tutmak için her bahaneyi ve fırsatı değerlendiriyor gibiydi..

Frost bir an tereddüt etti. Rütbesinin arkasına saklanıp kaçabilir, sert durabilir ya da konuyu değiştirebilirdi. Birşeyler kıvırabilirdi. Bunları yapmaya çok isteksizdi. Açıksözlülüğü ve dürüstlüğü borçluydu ekibine-özellikle de şu durumda Gina'ya.. Köşeye sıkıştırmıştı kendini.
Köşeye sıkışan bir askerin yapabileceği şeyler gerçekten çok kısıtlıydı ve seçimlerden biri de işler daha iyi bir noktaya gelene kadar işleri oluruna bırakmak idi.
Frost, Gorbaçov yöntemini denemeye karar verdi. Açıklık politikası. Glasnost.. Gerçi bu politika Sovyetlerin sonunu getirmişti ama kendisine daha faydalı olacağını ummaktan başka birşey gelmiyordu elinden.

“Fazla yakınlaştık Gina. Uzun zamandır kimseyle bu kadar yakınlaşmamıştım.”
“Yakınlaşmaktan biraz daha öteye gittik sanırım, üstelik pek çok defa,” diye gülümseyerek ilişkilerinin fazlasıyla ateşli cinsel boyutuna gönderme yaptı Gina. Frost'un kabuğunu güldürerek kırmayı hedefliyordu..
“Bunu kastetmediğimi biliyorsun..” diyecek oldu Frost ama o daha sözün yarısına gelmeden Gina'nın dudakları dudaklarındaydı ve Frost duvar ile Gina'nın bedeni arasında sıkışıp kalmıştı.
“Saçmalıyorsun Frost. Hiç acıtmayacak demiyorum, ilişkilerin doğasında acı da varmış; bunu çok kısa sürede öğrendim. Ama sana söz veriyorum, acıttığına değecek. Yaşayacağımız çok fazla zevk ve neşe var seninle..”
Gina bir cevaba hiç şans tanımadan çoktan Frost'un dudaklarını dudakları ile mühürlemişti yeniden..
İtiraf etmesi gerekirse Fost da bu durumdan şikayetçi sayılmazdı. Kısa bir tereddüt anından sonra o da kendini bırakmıştı artık..
Bir iki kısa an içinde ikisi de artık nefes nefeseydi ve ikisinin elleri de süratle diğerinin bedenindeki zırhların bağlantılarını açıyordu.
Bu esnada kapı açıldı ve Takımın neşeli ve dalgacı dev adamı Ralf içeriye her zamanki neşeli üslubu ile daldı.. Burada gördükleri karşısında küçük bir sürpriz yaşasa da gülümsemesi kocaman biçimde yüzüne yayılmakta hiç gecikmemişti. Ralf olanca cengaverliği ve yırtıcılığına karşılık “Savaşma Seviş” felsefesinin ateşli bir savunucusuydu.
“..Frost, Ryyk burada olduğunu söyledi şu yeni silahlardan bazılarını denemek istiy... Oh, rahatsız ettim galiba.. Çok özür di..”
Gina açık kapının önünde duran Ralf'e sert bir bakış atmıştı.. Ralf'in ayakları yerden kesilirken Gina onu telekinetik olarak kapı dışarı ediyor ve kapıyı kapatıyordu.
“Defol Ralf..”
“.Elbette, sorun değil, daha sonra gelebilirim.. sizin için kapıda nöbet tutabilirim..”diyordu Ralf kapı yüzüne kapanıp kilitlenirken..

Ralf dışarda gülerken kendi kendine söyleniyordu.
“Gerçekten berbat bir zamanlamam var. Hep yanlış kapıları açıyorum.”


Hiperuzaydaki yolculukları belirlenen çıkış noktası civarına geldiklerinde sona eriyordu. Bundan sonrası artık normal uzayda operasyona başlmak için yapılan son hazırlıklar idi.

Bu bölgedeki koca bir asteroidin içinde bir Grekul üssü vardı. Bu sektördeki ve civar sektörlerdeki hareketleri izleyen güçlü sensörlere sahip bu üs savaş gücü açısından bir tehlike olarak görülmüyordu ama içerdeki bilgilere ulaşmak amaçlanıyordu. Üssün hedef alınması ile Grekul'a ve Galaksideki diğer halklara bir mesaj vermeye başlayacaktı Federasyon.

Kaptan bütün istasyonlardan gelen yeşil ışıklar üzerine harekete geçmişti. Başlıyordu.
Amiral Furry'nin savaş dansı başlıyordu. Mürettebat bunu daha önce birçok kez yaşadığı gibi yine yaşıyordu. Bir kez kavga başladığında Furry o uysal ve yumuşak halinden çok daha fazlasına bürünüyordu.

“Miranda, bizi normal uzaya çıkar.”
“Derhal kaptan. Normal uzay, Şimdi!”
Bir saniye sonra Bronz açılan geçitten dışarıya-normal uzaya geçiyordu.
“Dalle, rapor ver.”
“Pozisyonumuzu aldık. Rotamız Asteroid Alfa-G-H-0011. Mesafe 10 ışık dakikası(LM=Light Minute=1 LM yaklaşık 18 milyon km.).”
“Frost, hazır mısınız? Binbaşı Wei, birliklerin hazır mı?” diyerek her zamanki son kontrolünü kendisi yaptı Furry.
“Panterler hazır, Kaptan.”
“Kara birlikleri hazır, Kaptan.”

“Marini, casus dronları gönderin. Bütün kalkanlar savaş pozisyonunda. Başlıyoruz. Herkes savaş istasyonlarına.”
Marini, casus dronlarını fırlatan emirleri tuşlarken Dalle emri gemi genelinde yayınlıyordu.
“Savaş istasyonlarına! Savaş istasyonlarına!”
“Kalkanlar savaş durumunda,” diye onaylıyordu Teğmen Burns.

Savaş istasyonları kırmızı alarm pozsiyonun geçerken hareket başlamıştı.
“Casus dronlar fırlatıldı ve süratle yerlerini alıyor.”

Kısa süre sonra sonra ilk raporlar ayrıntılı biçimde gelirken Grekul üssünden de karşı hareket başlıyordu.
Marini ekranlarda görülen bilgiyi onayladı.
“Thulan avcıları. Arrows-Oklar. 300'e yakın avcı sayıyorum. Anti madde füzeleri ile yüklüler.”

Grekul'un köle-askerleri olan Thulan ırkı burada ilk kez görülüyordu. Uthulu ile İzsürücü filo karşılaşması olmuş ve çatışma olmadan ilk temas atlatılmıştı ama burada çatışma kaçınılmaz gibiydi.

“Selamlama prosedürü. Selamlama frekanslarını açın. Thulan gemilerine NORN selamlama kodlarını yayınlayın.”
Emily muharebede bazen çok ilginç emirler veren Kaptanına belki de hiç alışamayacaktı.
“Selamlama frekansları, derhal kaptan.”

Karşı tarafın avcıları savunma pozisyonu ile sahaya yayılırken Bronz hızın kesiyor ve ilk sözler ediliyordu.
Thulan dilinden gelen -sadece sesli- cevabın çevirisi yanında gerçek lisanları da mesajın arka planında duyuluyordu. Sert ve tıslamalı-hislemeli-hırlamalı yırtıcı bir lisandı bu..
“Thulan Muhafız Filosu adına Komutan Ghrimrkr Vuthsunarkrk emrediyor! Geminizin motorlarını durdurun ve derhal teslim olun. Aksi takdirde yok edileceksiniz.”

Marini casus dronlardan gelen verileri köprüdekilere raporluyor ve durumu örtülü bir kanaldan fısıldıyordu..
“Oklar sahaya yayılıyor ve bizi bir hilal içine almaya çalışıyor.”
Köprünün ortasındaki hologram haritada ve ekranlarda bu durum zaten açıkça görülüyordu.

“Komutan, şu anda Grekul ile savaş halinde olan Dünya Federasyonu gemisi Bronz'dayım. Ben Kaptan Furry. Grekul ile işbirliğinizin boyutu nedir? Müttefik misiniz? Bize karşı olan savaşlarında Grekul'a yardım edecek misiniz?”

Kaptan Furry konuya açıkça kafadan ve dolandırmadan dalmıştı doğrusu..
Gelen cevap da pek umut verici değildi.

“Motorlarınızı durdurun ve teslim olun.”

“Gereksiz sözcüklerle hiç vakit kaybetmiyorlar değil mi?” diye yardımcılarına sordu gülümseyen Furry. Roberto da gülümsüyordu.
“Kesinlikle hiç vakit kaybetmiyorlar Kaptan,” diyerek onayladı Emily.
“Öyle olsun. Bu daha iyi. Kendimi bugün hiç hoşsohbet hissetmiyorum,” diye soğukça ekledi Kaptan Furry.

Kaptan iletişim kanallarını kendisi bizzat kapatırken sıcak çarpışma alarmını da bizzat kendisi verdi.
Bronz, Furry'nin zihin komutasında ileriye doğru sürat kazanırken çevrelerine yayılmaya çalışan Oklar da artık saldırı formasyonu ile süratlerini arttırıyordu.

“Bütün savunma taretleri, düşmanın ilk ateşi ile birlikte ateş serbest. Saldırı taretleri beklemede kalın. ECM dozunu arttırın.”

“Burns bizi hilalden çıkar,” derken eliyle hologram haritada işaret ediyor ve işaret ettiği rotayı çiziyordu. “.. peşimize topla bu sürüyü..”

Miranda Kaptanın bu hamlesini daha önce de görmüştü. Yemliyordu Kaptan.
“Derhal, kaptan. Yemliyor muyuz Efendim?”
Furry gülümsedi.
“Yemliyoruz Burns. Dalle, iyice peşimize takılsınlar sonra uygun anda mayınları bırak.”
“Emredersiniz Kaptan,” diyerek onayladı Emily.

Bronz'un gelişmiş ECM dalgaları Okların hedefleme sistemlerinin uzun mesafeden füze atmasını engelliyordu ya da atılan füzeleri saptırıyordu.. Süratle manevra yapan Bronz'un peşindeki sürünün sayısı her geçen saniye daha da büyüyordu.

Emily peşindeki bu sürüyü çok büyük bir dikkatle izliyordu ve guruplaşmanın doruk noktasına ulaşacağı anı bekliyordu.

Koca bir balık sürüsü gibi Bronz'un peşindeydi şimdi Oklar ve onun her dönüş ve manevrası ile dalgalanan bir rüzgar gibi onunla dönüyordular. Enerji silahlarının ışıldayan ışık mızrakları durmaksızın yağıyordu Bronz'un kıç kalkanları üzerine.

Sonunda daha fazla uzamadı ve en uygun anda Emily hamlesini yaptı.
“Mayınlar için pozisyon çok uygun. Düşman süratli izlemede ve yoğun küme durumunda. Mayınları saçıyorum.”
“Çok güzel Emily.”

Mayınlar kıçtaki fırlatma rampalarından avcı filosuna doğru saçıldıktan daha birkaç saniye sonra ilk patlama yaşandı. Zincirleme bir patlama dizisinin sonunda Okların tamamına yakını savaş alanından silinmişti. Savunma taretleri de kalanların üzerine durmadan ateş ediyordu.

“Burns, bizi asteroide yaklaştır. Kaplanları ve Avcı dronları fırlatın! Kalan Okları temizlesinler.”
“Derhal Kaptan. Dronlar ve Kaplanlar yolda,” diyerek bildirdi Marini.
“ECM'i asteroid üzerine yoğunlaştırın. Yakın savunma silahlarının menziline girip mekik için temiz bir alan açalım. Saldırı taretleri, yüzeye ateş serbest.”

Üssün kalkanı tüm asteroidi kaplayacak büyüklükte değildi ve savunma ağına dahil silahların büyük bölümü şu anda kalkan dışındaydı. Bu silahlar yok oluşlarına dövülüyordu. Bronz'un Zeus taretlerinin yerini alan Helion ışın silahı taretleri ve Diana kinetik taretleri durmaksızın saldırıyordu.
Yoğun ECM yayını burada Grekul savunma silahlarının üzerine kabus gibi çökmüştü. Asteroidin saldırı ve savunma sistemleri berbat bir gün yaşıyordu. Üssün silah etkinliği yerlerde sürünüyordu. İsabetsiz ve seyrek bir karşı koyma karşısında Bronz tam bir üstünlük kurmuştu burada.

Ryyk sinsi bir indirme mekiği olan Panterlerin mekiğinde savaşın gidişini izliyor ve kendi masasına akan bilgileri dikkatle yorumluyordu.
“Kaptan Furry, Mharjil Kalkandelen zıpkını için zamanlama uygun.”
“Anlaşıldı Ryyk. Zıpkın komutası sana aktırıldı. Kalkış için izin verildi. İyi şanslar.”
“Teşekkürler, Kaptan.”
Frost mekiğin kalkışı için emrini verdi Ralf'e.
“Gidelim Ralf.”
“Gidiyoruz Efendim.”

Ralf'in indirme görevlerinde şanslı olduğu yönünde bir inanış vardı ekip üzerinde ve genelde bütün bu tip indirmelerde ilk iniş rotasında onun pilotluğu kullanılırdı.
Ralf casus dronlardan akan bilgide görülen hangar çıkışına yaklaşma için sinsi bir rotada ilerlerken Ryyk ile konuşuyordu.
“20'den geriye sayıyorum Ryyk. Az sonra döneceğim. Saldırını ayarla.”
“Anlaşıldı, Ralf.”
“20, 19, 18, 17,..”
“Zıpkın kilitlendi ve hazır.”
“14, 13 , 12, 11..”

Sonunda uygun an geldiğinde Ryyk zıpkın atışı için düğmeye bastı.
Zıpkın füzesi kalkanları geçici bir süre için bir bölgede etkisizleştiren güçlü bir saldırıydı. Yeni geliştirilen bir sistemdi ve ona karşı kalkanlar düzenlendikçe sürekli ayarlanması gereken bir yapısı vardı. Yoğun biçimde kullanımına engel olan bir durumdu bu ama ince nokta müdahaleleri gerektiren özel durumlar için fazlasıyla verimli bir sistemdi hala..

Kalkan üzerindeki deliğin üzerine dönmüş olan indirme mekiği süratle 3 füze sallayıp Hangar kapısını deşmişti. Birkaç saniye içinde indirme mekiği içindeki Panterler ve Destek takımları ile birlikte içerideydi.
Bu hangar acil durum ışıkları ile çok gölgeli bir ortamdı ve tamamen boştu. Kocaman bir alandı.. Mekiğin güçlü çevre ışıklandırması ile çıplak göz bile 1000 metre uzunlukta bir pistin uçunda 500 metre çapında bir hangar dairesi görüyordu. Şu anda tamamen boş olan hangarın bütün avcıları fırlatılmıştı anlaşılan..







Mekik daha yere konmadan üzerine ateş açan hangardaki iç savunma taretlerinin üzerine karşı ateşe başlamıştı. 10 saniye sonra temizlenmiş bir iniş pisti ve atmosfersiz-vakumlu hangar üzerine zırhlı 1. Takım ve onun Destek Takımları yayılmıştı.
Panterler gelişmiş biyolojik zırhları olan SEMA2 ile kuşanmıştı. Destek takımları LiamC giyiyordu. En iyi donanımlara sahipti takımlar.

Destek takımlarının yanında pisti ve mekiğin iniş noktasını korumakla görevli 4 Mech ünitesi de vardı. Bunlar Gladyatör tipi 1. nesil mech üniteleriydi. 9 metreye varan boyu ve bir Japon mech-anime çizgi filminden çıkmış görüntüleri ile ilk kez savaş alanında boy gösterdiğinde bu robot araçlar epey gürültü koparmıştı doğrusu.. Çok işe yarayan silahlar olmalarının yanında çok da popülerdi bunlar. Bütün askerler bunlardan birine komuta etmek için yanıp tutuşuyordu.
Gladyatörler bir ellerinde koca bir top, diğerinde ışın silahları ve magling silahları taşıyordu. Sırtlarında roketler ve omuzları ile başlarında da savunucu lazer taretleri mevcuttu. Ayaklarında insan elleri seviyesinde düşman piyadeye karşı çok etkili iki drone taret vardı. Zırhı en azından tankların zırhına eşdeğerdi ve tanktan çok daha çevik-hızlı bir üniteydi. Gravitpack sistemleri ile uzayda uçabiliyordu ve bir iki modülü motor modüller ile değiştirilecek olsa atmosfere tek başına girip çıkmayı bile becerebilecek kabiliyetteydi. Robot-aracın göğüs kafesindeki küçük kokpitteki pilot bütün bu silahları ve yetenekleri düşünceleri ile-vücudunun uzuvlarıymış gibi kontrol edebiliyordu..

Dört Gladyatör piste inebilecek bir Arrow ya da yan kapılardan gelebilecek bir saldırı için mekiğin taretleri ile beraber saldırgan bir güvenlik ağı oluşturmuştu. Şimdi Panterler ve destek takımları hedef noktalara süratle ilerleyebilirdi.

Frost ve tüm diğer askerlerin zırhlarında, üs içindeki farklı yerçekimi ve atmosfer şartlarında sorunsuzca ve süratle ilerlemelerini sağlayacak Gravitpack sistemi bir sırt çantası görüntüsü ile mevcuttu. İstihbarattan askerlere, üssün yaşam şartlarının kabul edilebilir yani Dünya ayarlarında olduğu bilgisi gelmişti ama hazırlıklı olmak her zaman pişman olmaya tercih edilirdi.

Panterlerin teknoloji subayı Lily Hu, süratle kendilerini daha içerilerdeki hedeflerine götürecek ilk kapıyı açmak için sistemi kırmakla meşkuldü. Frost bu sırada farklı görevlere gidecek ekiplere emirleri tekrar ediyordu.

Dışarıda kalkan kendini onarırken ağır biçimde dövülmesi sürüyor ve Asteroid üzerindeki tüm savunmanın kökü kazınıyordu. Son Thulan Okları, Kaplanlar ve Bronz'un avcı dronları karşısında tamamen tükeniyordu.

“Lily ve Yaser, siz sinsice üssün ana arşivine yola çıkın. Biz yolda olabildiğince patırtı yaparak reaktör bölümüne ilerleyeceğiz. İşinizi bitirdiğinizde sinyali gönderin ve süratle geri dönün.”
“Anlaşıldı Yarbay,” diyerek ikisi adına da cevapladı Yaser. Lily kapıyı açmak üzereydi.
Yaser ve Lily çok iyi bir takımdı ve beraber sinsice hareket ederken müthiş bir uyumları vardı. Özel hayatlarında da bu uyum çok göze çarpıyordu. Lily yirmilerinin sonunda Çinli bir genç hanımdı. Eğer yaşasaydı Yaser'in kızkardeşi de bu yaşlarda olacaktı. Yaser Lily'i kızkardeşinin yerine koyuyordu ve ona karşı çok korumacıydı..

Yaser sinsi ve çok tehlikeli bir savaşçıydı. Çok zeki olmasının yanında çok da acımasız olabiliyordu. Geçmişinde pekçok karanlık nokta vardı ama Meteor sonrası dönemde birçokları gibi o da eskiden olduğu insan değildi artık. Dünyaya başka bir gözle bakıyor ve hergün yeni birşeyleri keşfediyordu. Federasyona ve insanların birliğine-halkların beraberliğine yürekten inanıyordu.

Lily Hu, teknolojik donanım ve gelişmiş silah sistemlerinde çok bilgiliydi. Bir kod ustası idi.. Sessiz ve çekingen yapısı ekibe ısındıkça yavaş yavaş yerini daha sıcak bir havaya bıraksa da hala ekibin sessiz ve kapalı kutusudu. Yine de bu durum özel hayatında böyleydi ve iş kavgaya gelince Lily çok güvenilir bir silah arkadaşıydı.

“Kapı açık,” diyerek henüz kapı açılmadan 2 saniye önce bildirdi Lily.. Kapı da işte açılıyordu..

“Haydi, Haydi! İleri! Başlıyoruz!” diyerek hareketi başlatıyordu Frost.
İlk kapı açılırken acil durum ışıkları, mekik ve mechlerin ışıkları ile aydınlatılmış hangardan üssün yara almamış bölümlerine geçiyordular.






Kapı açıldığında bu ara bölümün atmosferi süratle uzay boşluğuna açık hangara vakumlanmıştı. Timler içeri ilerlerken ilk direniş de karşılarına üssün otomatik savunma sistemi olarak çıkıyordu.. İlki buydu ama tek karşı koyma bunlar olmayacaktı.

Ralf elindeki yeni oyuncağıyla ateş ile tim arasına giriyor ve süratle karşı ateşle işini bitiriyordu. Ralf'in sol elindeki 80 santim çapındaki altıgen kalkan sadece balistik değil aynı zamanda güç alanı özellikli bir kalkan idi. Sağ elinde ise yeni bir piyade silahı olan koca bir EP-2 enerji pulse silahı vardı. Tek ve güçlü bir top atışı ya da daha zayıf ama çok daha hızlı bir yaylım ateşi modu olan silah kullanıcının sırtında taşıdığı bir mini reaktör ile gücünü besliyordu. Ralf takviyeli zırhı içinde normalde olduğundan bile çok daha kocaman ve korkutucu görünüyordu.

Timler tepeden tırnağa silahlıydı. Panterler ve Destek takımlarında enerji tabancaları, kinetik gaus tüfekleri, plazma tabancaları ve lazer silahları vardı. Üzerlerindeki bomba ve patlayıcı yükü de sayılınca her bir asker Meteor öncesi dönemin bir tank birliğinden daha fazla ateş gücü ile yüklüydü.

Askerlerin karşılarına çıkan ilk robot muhafızlar ve Thulan askerleri de onlardan çok aşağı değildi hani.
İnsan-Grekul ve bir tür kertenkele geni ile yaratılmış bu köle soy-Thulan iri yapılıydı ve iyi silahlıydı. Beyaz vücut zırhları ve korkunç görünüşlü maske miğferleri yanında ellerindeki silahlar da Grekul kökenli teknolojinin ürünüydü.
Thulan silahları Enerji tabanlıydı ve plazma atıcılar ile enerji tüfekleri ağırlıkta idi. Bileklerindeki kalkan ve yansıtıcı sistemler askerlerin rütbelerine göre değişen kalitede cihazlardı. Her bir Thulan yakın dövüşte ketenkele gibi pullu derili-gri renkli parmaklarındaki korkunç pençe tırnakları ve kaba gücü de yoğunlukla kullanıyordu. Doğal vücut silahları olan boğaz bezelerinden fışkırttıkları zehirli-uyuşturucu gaz saldırısı çok ilginç ve can sıkıcıydı. Thulan bedeni çıplakken bile uzaydaki sıcak-soğuğa ve basınç farkına çok dayanıklıydı. Uzayda yürümeleri gerektiğinde çoğu zaman ayrı bir uzay giysisi ile değil de savaş giysileri ile uzayda yürürdü Thulan..

Thulan ve Grekul Dronları da ayrı bir sorundu. Thulan Dronları; “Gor” iki metrelik ve iri kıyım, iki ayaklı, başsız bir goril gibiydi-iki elinde birer koca silah (Plazma atıcısı ve enerji pulse-gatling silahı) taşıyordu. Grekul işi Rex dronları ise havada süzülen ve insan boyunda bir T-Rex'i andıran hızlı-çevik robotlardı. Rexlerin baş kısmındaki hızlı ateş eden enerji pulse silahları epey ürperticiydi doğrusu.


İkinci kapı açılıp da bir kavşak holüne çıktıklarında her yönden akan küçük guruplar ile karşılaşmaya da başlamıştılar. İlk gelenler Rex ve Gor dronlar idi. Yanlarında az sayıda Thulan savaşçısı da vardı.

Frost üzerlerine yağan sarı enerji oklarına bir küfür savurdu. Dronlar yağmur gibi yağdırıyordu doğrusu.
Destek Takımı'nın başında çok kahraman bir savaşçı olan Çavuş “Ayı” Joseph vardı. Dev bir Afrikalı olan Joseph koca bir savaşçı İmparator gibi birliklerinin en önünde zaferden zafere koşan bir askerdi. Sahada Joseph tek başına bir ordu gibiydi ve asker eğitiminde de çok kabiliyetliydi. Gemideki askerlerin eğitimiyle yakından ilgilenen Ayı'nın buradaki seçkin 3 takımı en iyi ve en tecrübeli askerlerdi.
“Ayı!” diye seslendi Frost. Savaşın o bağırış dolu atmosferine iki asker de kendini kaptırmıştı. Savaş dansının ritmine bırakmıştı ikiside kendilerini..
“Evet, Yarbay!”
“Sen yeşil takım ile Acil Durum Komuta Odasını vur! Mavi ve kırmızı takımlar beraberce Cephaneliğe doğru yol açsın! Ben 1. Takım ile Reaktöre gidiyorum! Güçlerini ve dikkatlerini dağıtmalarını sağlayalım! İşaret gelince süratle tahliye ediyoruz!”
“Anlaşıldı Yarbay! Adamı duydunuz! Naomi, mavi ve kırmızı takım komutası sende! Ryan ikinci komutan! Gidin gidin!”
“Anlaşıldı!”diye cevapladı Çavuş Naomi.
“Gidiyoruz, tamam!” diyerek onayladı Çavuş Ryan.

Frost elindeki lazer silahının atış modunu ve gücünü yeniden ayarladı. Yaylım ateşi için kısa aralıklı hızlı ve daha zayıf ayara geçti.
Timlerin açtığı sert yaylım ateşi kısa sürede dron karşılama komitesini çöpe çeviriyordu.

Reaktöre doğru ilerlerken önlerine bir kapı daha çıktı ama bunu açmak için Amber öne çıktığında daha sistem kırıcıyı aktive edemeden kapı süratle açıldı.
Biranda karşılarında koca bir gurup Thulan muhafızı vardı.

“Hass...ir!” diye bağırıp kendini takımının önüne atıyordu Ralf..

Frost tetiğe asılmıştı ve kırmızı yaylım ateşi karşıdan gelen plazma ve enerji ışını saldırısı ile ortalığı aydınlatırken bir eliyle de belindeki koca plazma tabancasını çekiyordu.
Düşman gurubun ortasına doğru atışlarına başlarken gurubunun saldırısı da artık Ralf'in kalkanının gerisinden karşı tarafa yağıyordu.
Gina, Ralf'in yanına doğru süratle sıyrılmıştı ve elleri düşman guruba doğru yumruklar şeklinde uzanmıştı.
Gina'nın telepatik enerji vuruşu bir anda bütün gurubun üzerinde bir yıldırım fırtınası patlatmış gibiydi. Thulan gurubu birkaç saniye içinde üzerlerinde gezinen şimşeklerle yere yığılıyordu. Cesetlerin üzerinden dumanlar tütüyordu.

Amber yerde yatıyordu ve ağır yaralıydı. Ryyk yaralarını yakından kontrol etmek için hemen yanına çökmüştü.
Amber büyük ve en rütbeli Thulan ile arasında 1 metreden az bir mesafe ile yüz yüze gelmişti ve subayın elindeki koca plazma tüfeğinden kafasını zor kurtarmıştı. Sağ kolu, kafası kadar şanslı değildi ve omzundan itibaren sağ kolu yoktu. Vücudunun sağ kısmı da plazma enerjisinin ateşi ile ciddi yanık hasarı almıştı. Zırhın kalkanı ve koruması olmasa tüm vücudunun yanıp kül olması işten değildi. Bu mesafeden çok sert bir darbe almıştı.

Frost bu kadar yakın çatışmaktan bu yüzden hoşlanmıyordu. Savaş zaten kaostu. Bir de bu bir adım ötende ne olduğunu görmeden köşelere ilerleme fikri çok sinir bozucuydu. Amber'in ağır yaralı olduğunu ve zırhının şimdiden onu kısmen dondurup tamir etmeye başladığını görebiliyordu ama burada Amber için bugün bitmişti. Sağlık bilgisayarı FL-2 kodlu mesajı bildiriyordu.
Frost, Amber'e bakmamaya çalıştı. Ayaz gibi soğukkanlı olmaya ihtiyacı vardı. Kaşları çatıldı. Ruhu sertleşti ve soğuk bir öfke ile kuşandı..

“Ralf burada onunla kal. Mekik, burada bir ekip üyesi FL-2 (Flat Line-düz çizgi seviyesi 2) durumunda. Sıhhiye droidlerini gönderin.”
“Anlaşıldı, Yarbay.”
Ralf şimdiden Amber'in yanında korumacı bir pozisyon almış ve kalkanını ikisini de içine alacak şekilde en güçlü ayara getirmişti. Bu takımın üyeleri birbirine aşırı düşkündü. Eğer Frost iplerini sıkı tutuyor olmasa büyük ihtimalle şu anda sıkı bir katliama başlamış olurdular.

Gina duygularını kontrol altında tutmaya çalışsa da Amber çok yakın arkadaşıydı ve onu çok seviyordu. Yerinde duramaz bir halde ruhu alev alev yanıyordu. Bütün takım içinde Gina'nın duyguları en yoğun olanlardı. Gina kan istiyordu ve düşünceleri açıkça bunu ışık gibi etrafına yayıyordu.
“Benim hatam, kapı açılırken önde durmalıydım..” diye öfkeyle söylendi Ralf.
“Saçmalama Ralf,” diye cidden sert bir sesle onun sözünü ağzına tıktı Frost. “..olur böyle şeyler. Bundan çok daha berbat tesadüflerde bir sürü askerin öldğünü gördüm. O 24 saat sonra eskisinden iyi olacak. Biz de işimize dönelim.”
Yırtıcı bir onay nidası ile başını salladı Ralf ve yeniden sert savaşçı suratını, kartal bakışlarını kuşandı. Canı hala sıkkındı ama Emily'nin canına okuyacağını biliyordu. Cezasını layığı ile çekecekti..

Frost Gina'ya döndü. Genç kadının gözlerini zırh başlığının altında bile görebiliyordu. Zırhı da zaten içindeki alevle bütün kristalleriyle ışıl ışıldı..
“Gina, öne geç. Rykk onunla kal. Biz de sizinleyiz. Gidelim.”

Şu anda Gina'yı dizginlemeye çalışmanın hiçbir işe yaramayacağını adı gibi biliyordu Frost. Boşuna bu takımın komutanı değildi. Savaş alanındaki takımları yönetmek bazen disiplinin de ötesinde yüreklere hükmedebilmekten geçerdi..
Bazen disiplin ve kurallar kaybolurdu ve geriye sadece sadakat ve dostların için kalbinde duyduğun sorumluluk hisleri kalırdı. İyi bir liderin en büyük gücü yüreklere söz geçirebilmesi-yürekleri idare edebilmesiydi. Kurallar insanlar içindi ve insanlar için bazen kuralların canı cehenneme idi..

“Gina, mümkünse bize de vuracak birkaç tane bırak..” diye ekledi Frost.
Gina hızla yürüyordu ama birden durdu ve geriye doğru Frost'a bir bakış attı.
Nanometal zırh bütün vücudunu kaplıyordu ve yüzünü görmenin imkanı yoktu ama Frost Gina'yı gülümsetebildiğini biliyordu. Olanca öfkesine rağmen Frost'a gülümsemişti ve sesi de bunu saklamak için çok uğraşsa da kendini ele veriyordu.
“Öyle olsun..”
Gina yeniden hışımla yürüyüşüne döndüğünde aklı başına geliyordu ve ışıltısını kontrol altına almıştı.
Amber ağır yaralıydı ama süratle iyi bakılacaktı. 2. seviye düz çizgi durumu en geç 24 saat içinde nano medikal robotlar ve gelişmiş tıbbi yöntemler ile tedavi edilmiş olacaktı.


Lily ve Yaser zırhlarının hayalet sistemlerini kullanarak süratle ve sinsice ilerliyordu. İkili daha önce Kovan üslerine bile sızmış ve üsleri içerden vurarak sabote etmeyi becermiş yetenekli bir takımdı. Şimdi Dünya'dan verilen yeni bir iki oyuncak ile daha da tehlikeliydiler.

Lily elinde bir “Techgun-TG6” taşıyordu. Hafifleştirilmiş ve yüksek minyatürizasyon teknolojisi ile küçültülmüş silah hala cidden büyüktü. Silah enerji ile çalışan yüksek teknoloji ürünü bir Elektronik savaş sistemi idi. EMP vuruşu, kısıtlı mikrodalga vuruşu ve nanit vuruşu özellikleri yanında standart enerji saldırısı da vardı. Yaser plazma lançerli bir lazer tüfeğini ana silahı olarak taşıyordu ama tepeden tırnağa silahlı savaşçıda bundan çok daha fazlası vardı.

İkili sessizce ve süratle ilerliyordu. Büyük-küçük bütün karşılaşmalardan kaçınmak için çok büyük çaba gösteriyordular. Hangardaki mekiğin ECM önlemleri üssün içindeki alıcıları büyük ölçüde etkilediği için kendi sensörleri de düşman sensörleri gibi tam kapasite çalışamıyordu. Bu yüzden mümkün olduğunca üssün servis koridorlarını ve havalandırma ile atık yollarını kullanarak ilerliyordular.

Sessiz ilerleyişleri sürerken vakit akıyordu. Üs oldukça büyük bir yapıydı. Koca asteroidin çapı yaklaşık 2000 kilometreydi. Üssün kapladığı alan çok genişti. Yine de asıl önemli üs yapıları burada, kalkanın içinde idi ve bu bölge de neredeyse bir koca şehir kadar genişti.

Yaser pür dikkat ve yine de olanca süratiyle en önde gidiyorduu. Bir gözü çevreyi tararken diğeri sürekli arkasını kollayan Lily'i kolluyordu.
Lily onu defalarca uyarmış ve kendi başının çaresine bakabileceğini söylemişti. Yaser kendi işine odaklanmalıydı. Lily bir abisinin olmasından hoşlanıyordu ama abisinin aşırı korumacılığının Yaser'in kendi güvenliğini zaafa uğratmasından endişe ediyordu.

“Önüne bak Yaser. Seni similasyonlarda nasıl zorladığımı hatırlatmak zorundayım. Başımın çaresine bakabilirim. Gurup üyelerini kollamak çok güzel ama lütfen abartma.”

Yaser gülümsedi.
“Söz verdiğim gibi; bunun üzerinde çalışıyorum kızkardeşim.”
“Öyle olsun,” diye gülümsedi Lily.

İkili yaklaşık 25 dakika sonra hedef noktaya ulaşmıştı. Ana arşiv önlerindeydi.
İlk taramalar yakınlarda muhafız robotlardan bir gurup ve iki Thulan takımı gösteriyordu. Gerideki iki noktada iki robot gurubu daha vardı

“Thulan muhafızlarını köşeden yemliyorum. Onları sağa çektiğimde sırtlarından vur. İkinci guruba birlikte sert cephe saldırısı yapıyoruz.”diye planı anlattı Yaser.
“Anlaşıldı. Robotlar için ilk dalga EMP vuruşu ile zaman kazanacağım. Önce Thulanları hedefle. Robotları kontrol edeceğim,”diye cevapladı Lily.
“Anlaştık. Başlayalım.”
“Haydi!”
“Haydi!”

Yaser elindeki silahın plazma lançerinden 5 atışı olanca hızıyla düşman nöbetçi gurubuna salladı. Plazma saldırısı düştüğü yeri ve yaklşık 3 metre çaplı bir alanı ciddi plazma hasarı ile vuruyordu. Her bir atış Yhulan piyadelerinin arasına düşmüştü ve ilk dalga saldırı sonunda 12 Thulan yerde ölü yatıyordu. Bir o kadarı da Yaser'e akın eden gurubun gerisinde kalacak kadar yaralıydı.

Yaser köşeyi döndüğünde süratle kendi pozisyonunu alıyordu. Lily'nin ateş hattından kenara kayıyor ve tavana sıçrayıp bir örümcek gibi yapışarak atış pozisyonu alıyordu. Görünmezliğini devreye sokmuştu.

Thulan gurubu geriden gelen yavaş yarısı ile beraber koridora girdiğinde görünmezlik perdeleri kalktı ve iki yandan çapraz ateş başladı.

Yakınlardaki robotlar bu Thulan gurbuna katılmamıştı. Gurup üzerlerine yağan bu sürpriz saldırı ile süratle sayıca azalmıştı ve birkaç saniye süren karşılıklı ateş alışverişi sonunda Thulanlar yerde ölü yatıyordu. Federasyon Biyo zırhının kalkanları ve saptırıcı ECM özelliği tek başınayken bile çok büyük bir avantaj sağlıyordu.

Robotlar gurubun süratle yere düşmesini izlemişti ve bir gurup kavgaya katılmak için harekete geçmişti. Onlar geldiğinde Lily hazır beliyordu ve köşeyi dönmeye başiladıkları anda EMP vuruşları ile robotları geçici olarak etkisizleştirmeye başlamıştı.

Robotların tamir kitleri onları süratle aktif hale getirmeden az bir zamanları vardı. Yaser işaretli ilk 3 robotu yoğunlaşmış saldırısı ile biçerken diğerleri üzerine Lily'nin nanit vuruşları bindiriyordu.

Nano robotları hızlandırılmış elektromanyetik partiküllerden oluşan kapsüller içinde fırlatan Nanit vuruşu ile nanitler düşman robotların içine girmişti. Nanitler şimdi süratle beyin mekanizmasına yönelip robotların sistemini kırıyor-kontrollerini Lily ve Yaser'in bilgisayarlarına aktarıyordu.

Yaser komutasındaki robotlarla öne çıkıp son nöbetçiler üzerine sıkı bir yaylım ateşi başlattı. Plazma atışları ve lazer rüzgarı çok sertti. Yaser hiç ıskalamıyordu. Lily de arkadan süratle destek veriyordu. Yeni katılan robotları süratle EMP ile vuruyor ve nanitler ile dönüştürüyordu. Thulan üzerine baskı kuran dönüştürülmüş Rex robotları çok iyi iş görüyordu. Düşman açıkça şaşkındı.

2 dakika sonra Arşiv'in kapısında yok edilmiş 12'ye yakın Rex ve Gor robotu ile iki Thulan takımı yatıyordu.
Lily Arşiv Bilgisayarının sistemine Ravard-Işıldayan tasarımı virüs programını göndermişti. Nano implantlar aracığı ile Lily'nin beynine ve zırhının güçlü bilgisayarına bağlanan Arşiv Ağı tam anlamı ile kurulduğunda Lily istediği her bilgiyi önünde görebiliyordu.

Yaserin sesi Lily'e çok uzaktan geliyordu ama hala netçe duyuyordu.

“Hazır mıyız Lily? Daha fazlası süratle buraya geliyor.”
“Neredeyse bitti. İndirme süreci tamamlanmak üzere. Karıştırıcıyı yüklemek bir iki saniye sürecek.”
“Anlaşıldı.”

Yaser süratle Frost ile bağlantı kuruyordu. Sıkıştırılmış ve şifreleniş bir mesajdı bu.

“Yarbay Frost, Bir dakika içinde dönüş yolundayız. İndirme tamamlanmak üzere. Karıştırıcıyı yüklemeye hazırlanıyoruz.”

Frost işaretini almıştı. Ayı'nın takımı ve Çavuş Naomi'nin gurubu da görevlerini başarı ile tamamlamıştı ve işareti bekliyordu.

“Yarbay Frost konuşuyor. Bütün Takımlar Yeşil Işık için hazır olun. Son bir Dakika.”

Lily karıştırıcı virüsü yüklemişti ve şimdi bilincinin siber dünyadaki kısmını geri çıkarıyor ve Arşiv ile olan Ağ Bağlantısını koparıyordu.
“Yarbay Frost. Yeşil Işık Efendim,” diyerek bildirdi Lily.
“Gidelim,” diyerek onayladı ve Naomi'nin önünde koşmaya başladı Yaser. Önüne çıkacak kadar şansız olan küçük Thulan guruplarına ölüm yağdırarak bir fırtına gibi esiyordu üssün koridorlarında. Yaser'in hiç şakası yoktu. Yaser çok acımasız ve çok hızlıydı.

“Bütün Takımlar Yeşil Işık! Yeşil Işık!”
“Bronz, Yeşil Işık!”
“Anlaşıldı 1. Lider. Yeşil Işık alındı. Mekik uçuşu için tam korumaya sahipsiniz, alan temiz,” diyerek bildirdi Kaptan Furry.. Bronz'un avcıları ve taretleri Grekul üssünün savaş gücünü hadım etmişti.

“Anlaşıldı Kaptan.”


Takımlar büyük bir süratle geldikleri yolu geri koşarken bu defa gördükleri karşılık çok daha zayıftı. Üssün güç dağıtım sistemi kırılmıştı ve reaktörleri kritikleşip üssü yoketmek üzere programlanmıştı. Ana Bilgisayar virüslerle kaplanmıştı ve Thulan ya da iç güvenlik robotlarının emirlerini kabul etmiyordu. Alarmlar ve ikaz ışıkları bütün bölümlerde tam bir kaosu işaret ediyordu.

Acil durum gücüne geçmiş bölümlerde süratle ilerleyen takımlar çok az direniş ile karşılaştılar ve iç güvenlik sisteminin destek ateşi ile yollarını süratle temizleyerek Mekiğe ulaştılar.

Sadece Çavuş Ayı'nın takımı geride kalmıştı. Burada çok büyük bir Thulan direnişi vardı. Zamanında yapamayacaktılar.

“Yarbay direnişlerini kırmak zaman alacak. Sayıca 1'e 20 üstünler. Reaktör kritikleşmeden Mekiğe ulaşabilceğimizi sanmıyorum efendim.”
“Anlaşıldı Joseph. Sizi teleport etmeyi deneyeceğiz. Sıkı durun.”
“Anlaşıldı Yarbay. Pozisyonumuzu koruyoruz.”
“Bronz adamı duydunuz mu?” diye sordu Yarbay.
Cevap veren Yüzbaşı Marini idi.
“Düşman ECM ve kalkanları minimum seviyede. Teleport için geri sayıyorum. 3, 2, 1. Teleport şimdi.”

Teleport sistemi Grekullar'ın yoğunlukla kullandığı bir ulaşım metoduydu. Özellikle personel seviyesinde ulaşım sağlamak için kullanılıyordu. Teleport teknolojisi teleport odalarından teleport odalarına hedeflerin enerjiye dönüştürülüp transferi ve yeniden maddeleştirilmesi prensibi ile çalışıyordu. Ama teleport odaları dışında da sistemi kullanmak hala mümkündü. Teleport odaları dışında verim düşüyor ve enerji gereksinimi artıyordu ama sonuç hala aynıydı.

Çavuş Joseph ve Takımı birkaç saniye sonra Bronz'un teleport çemberindeydi ve Frost'a rapor veriliyordu.

“Teleport başarılı. Yeşil Takım Bronz'a ulaştı Yarbay Frost.” diye bildirdi Roberto.

“Anlaşıldı. Biz de yoldayız.”


Mekik yüklenen takımları ve Mech üniteleri ile kalkışa geçtiğinde kalkanları da aktifleşmişti ve süratle hareket ediyordu.

Üssün reaktörleri kritik noktaya ulaşmadan dakikalar önce mekik gemiye ulaşmıştı ve Frost Bronz'un köprüsünde yerini almıştı bile..

“İyi iş Yarbay,” diyerek gülümsedi Kaptan Furry.
“Fena değildi Efendim. 3 yaralımız ve 1 FL2 durumumuz var,” derken üzüntüyle Dalle'e bakmıştı Frost. Üzgünüm der gibiydi.

Amber ve Dalle arasındaki ilişki uzun zamandır bir sır değildi ve Kaptan Furry bu ilişkiyi duyduğu ilk anda tavrını açıkça ortaya koyarak gemideki bazı rahatsız seslere gereken dersi vermişti. İki gönül bir olduğunda diğerlerine sadece susmak düşerdi.

Kaptan Furry de Elmo Romano'nun felsefesinin sıkı takipçilerindendi. Yeni bir çağda yaşıyordular. Ölmeden önce yaşanması gereken bir çağdı bu. İnsanların yaşamasına ve hissetmesine, sevmesine engel olmak kimsenin hakkı değildi.

Kaptan, Dalle'ye kısaca baktı ve tartışma kabul etmeyen bir sesle emretti.
“İzin verildi. Günün gerisinde sizi köprüde görmek istemiyorum Yüzbaşı. Size buradakinden daha çok ihtiyaç duyulan yerler var.”
“Emredersiniz Efendim,” diyerek itiraz etmeden ve minnetle konuştu Emily. Sonra süratle yürüyerek Subay asansörüne yürüdü.

Asansör Emily'i birkaç saniye içinde 8 kat aşağıya; revir katına indirdi. Emily gemi içinde süratle ulaşım sağlayan yatay tüplerden birinin girişine yürüdü. Ulaşım odasına girdi. Tüpdeki oda süratle hareket etti ve iki saniye sonra revir ana kapısının önünde durdu.

Revir kapısının önünde, koridorda Ralf'i gördü.
Ralf bu ikisi ile uğraşmaya bayılırdı ve onlar da açıkçası Ralf'le uğraşmaya bayılırdı.
Ralf'in suratından düşen bin parçaydı.

“Üzgünüm.. ben..” diyebildi Ralf .. “..Benim hatam. En önde olmalıydım Ama yavaş kaldım.. Çok üzgünüm Emily..”

Emily Ralf'in kendini suçlamasına bakarak ona kızması gerektiğini fark etmişti. Emily zaten kızgın ve üzgündü. El altında Ralf'in bulunması bazen çok işe yarıyordu. Ralf'i seviyordu.

Emily hiçbir işaret olmadan sıkı bir yumruğu Ralf'in çenesine oturttu. Sonra bir tane de midesine. Saçlarından çekip kafasını kendi yüzüne doğru kaldırdı.
Ralf'in dudaklarından kan sızıyordu ve yüzünde fiziksel acının hafif izleri vardı. Emily nereye vurması gerektiğini hep iyi bilirdi.
“Şimdi nasılsın Ralf? İyi geldi mi bu?”
Ralf inledi. Sesi kısık ve kesik çıkıyordu. Nefesi kesilmişti doğrusu.
“ee, evet. Evet. İyiydi.”
“Hala üzgünmüsün Ralf?”
“Evet, .. hayır.. Şey eskisi kadar değil.. yani öyle demek istemedim... ama..”

Ralf bazen sinir ve çok salak olsa da genelde çok saf ve tatlıydı.
“Ralf saçmalamayı kes..” dedi ve bağışlayıcı bir öpücükle onu dudağından dostça öptü Emily. Sonra sertçe ve öpücüğün etkisini süratle yok eden bir tonla konuştu.
“Şimdi yıkıl karşımdan.. Sevgilimle aramda duruyorsun..”
“Derhal..” dedi ve süretle kenara çekildi Ralf.



Koca asteroidin üzerine kurulu üs son dakikalarını yaşarken Bronz güvenli bir mesafeye çekilmişti ve bekliyordu.
Bekleme çok uzun sürmedi. Üssün reaktörü kritik noktaya ulaştığında patlama çok büyük bir güçle gerçekleşti.
Koca asteroid gözleri kör eden koca bir ışık parlamasının ardından yok olmuştu.

Kaptan Furry raporların onaylanmasından sonra başını tatmin olmuş biçimde salladı.
“Teğmen Burns. Hiperuzay. Bizi Yonca'ya götürün. Yüzbaşı Marini komuta sizde.”
“Derhal, efendim. Hiperuzay manevrası gerçekleşiyor.”
“Emredersiniz Kaptan.”


Emily gemi Başhekimi Dr. Rouvas'ın ısrarları karşısında bir duş alıp üstünü değiştirmek için birkaç saatliğine Odasına gittiğinde 16 saattir aralıksız Amber'in başucundaydı.

Amber içi bedeni koruyucu ve tedavi sürecini kolaylaştırıcı özellikte bir koruyucu sıvıyla dolu camdan bir tedavi tankında yatay biçimde yüzerken nano medikal robotlar ile dolu sentetik organ maddesi amber'in damarlarına yavaşça verilmişti. Yavaş yavaş ama gözle görülür biçimde, mavi renkli sıvının içinde yaralar iyileşmeye ve yeni bir kol uzamaya başlamıştı.
Kaptan, Emily'nin rahatsız edilmemesini emretmişti ki zaten Emily de duştan sonra uyuyakalmıştı. 6 saat sonra Dr. Rouvas'ın mesajı onu uyandırıyordu. Amber uyanıyordu.

Amber'in plazma saldırısı ile yok olmuş kolu ve vücudunun ağır yanık hasarı almış yarısı nano medikal robotlar ve sentetik organ oluşturucu teknoloji sayesinde süratle ve özenle tamir edilmişti. Nanitler çok çalışkan ve çok becerikliydi.

Emily odaya girdiğinde Amber uyanıktı ve yanında Dr. Rouvas vardı.
Hiçbir şey söylemeden ona koştu ve sımsıkı kucakladı Emily.
Sarılmaları ve öpüşmeleri kısa sürmedi ve Dr. Rouvas bu ikisini yüzünde sevgi dolu bir gülümseme ile seyretti. Bu ikisini yalnız bırakmadan önce bir iki ayarlama daha yapmalıydı.

Amber çok iyi görünüyordu. Dr. Rouvas tamamen iyileştiğini söylemişti. Ama Amber'in yüzü çok asıktı şimdi.
“Neyin var hayatım? Niye surat asıyorsun?” diye sordu Emily. Meraklıydı, hatta endişelenmeye bile başlamak üzereydi.
“Şu halime bak!” diye doktordan utanmadan ama halinden utanarak üzerindeki örtüyü savurdu Amber.
Dr. Rouvas etraftayken hanım hastalar rahatsızlık duymazdı. Doktorun cinsel tercihi hanımlardan yana değildi ve mutlu bir beraberliği vardı.

Amber'in vücudu tamamen ve kusursuzca onarılmıştı. Kas seviyesi bile önceki tıbbi kayıtları ve vücut simetrisi göz önüne alınarak aynen inşa edilmişti. Vücudu organik olarak tamamen ve iz kalmadan eski haline restore edilmişti.

Sadece küçük bir ayrıntı söz konusu idi.. Amber'in kolu ve vücudunun yarısı süt beyaz bir renkte idi.. Tamir edilmiş yeni teni ve kolu güneş görmemiş bir bebek pembesi-beyazı rengindeydi..

“Bembeyaz'ım! Siyah-beyazım! Aman Tanrım! Şimdi ne yapacağım!” diye yaygarayı basıyordu Amber..
Emily gülmemek için kendini zor tutyordu. Hatta artık tutamıyordu. Amber'a sarılmış saçlarını sevgi ile okşarken güllüordu.

“Delisin sen.. Çaresine bakarız. Yonca'ya ulaşmamıza az kaldı. Solaryum salonlarında bir iki seans bunu halleder.”
“Gerçekten mi?!” diye umutla güldü Amber. Daha yeni yeni tam kendine geliyordu. Elbette gerçektendi..
“Hayır,” dedi Dr. Rouvas..

İki genç kadın doktora döndüler.

“Tıbbi gündemi takip etmiyorsun Emily. Nano medikal robotların(nanomed) bu tür durumlarda estetik müdahaleler yapabilmesi için kabiliyetleri geliştirildi. Vücudundaki nanorobotları programlayacağım. Kısa süre içinde eskisi gibi bronzlaşmış olacaksın.”

“Doktorum benim!” diye ayağa çırılçıplak fırladı ve Rouvas'ın boynuna sarıldı Amber.

O sırada kapı çalınmıştı ve içeriye Ralf giriyordu.
Manzarayı görünce Ralf şaşkınca gülümsüyor ve memnun bir ıslık çalıyordu.
Amber çok güzel bir genç kadındı.

“Üçlü mü? Dörtlüye ne dersiniz?”
Üçü aynı anda Ralf'e cevap verdiler.
“Kapa çeneni RALF!”

Dördü birden kahkahalarla gülüyordu şimdi.

12 Haziran 2009 Cuma

Kızıl Kıyamet

Bir Kıyamet Öyküsü bendenizin kaleminden..

1

Sıcak bir yaz olacağa benziyordu. Havadaki esintiler bile buraların o hep bildik dağ serinliğini taşımıyordu. Ağaçların güzel yeşili ve bahçelerdeki çiçekler dalgalanıyordu.

Güzel bir cuma akşamıydı. Kendi öz oğlu gibi sevdiği tatlı Mike'ı ve kocası 4*4'lerine kamp malzemelerini büyük bir heyecan ve neşe ile yüklemişti.

Jenny 10 yaşındaki oğlunu, iki arkadaşını ve kocasını kampa uğurlarken gülümsüyordu. İçinde onlarla gidemeyeceği için bir burukluk vardı doğrusu. Ama yapacak bir dolu kağıt işi vardı. Hem baba oğulun yalnız vakit geçirmesi de iyi olurdu.

“Geç kalmayın! Pazartesi sabahı dönmüş olun!” diye patronca konuştu kocasına..

“Ama Jen!...” diye bağırdı Mike.
“Patronla asla tartışma evlat. Sana öğrettiğim ilk dersi hep unutuyorsun.” diye oğluna gülerek hatırlattı Brad.

Jen onlara gülümsüyordu. Hayatının ışığıydı bu ikisi. Onlarla 5 yıl önce tanışması başına gelen en güzel şeydi ve dahası hayatının o döneminde ruhunu da kurtarmıştı.

Sonuda bütün hazırlıklar tamamlanmıştı ve diğer çocukların aileleri yaramazlık yapmamaları ve Brad'in sözünü dinlemeleri için onları tembihlerken Brad ve Mike da Jen'e son öpücükler için koşmuştu.

“Keşke sen de gelebilseydin Jen,” diye tatlı tatlı konuştu Mike. Annesi öldükten sonra Mike için annesinin yerini almıştı Jennifer. Jen Mike'a annesinin yokluğunu hissettirmemek için saçını süpürge ediyordu ve Mike da ona adeta tapıyordu.

Brad ikisi bu kadar iyi anlaştığı için her gece tanrıya şükrediyordu. Bu mutluluklarının bozulmaması için Tanrıya duaları hiç bitmiyordu.

“Jen'in yapacak işleri var biliyorsun Mike. Hem kamp erkek işidir,” diye yapmacık pozlara girdi Brad. Mike gülmeye başladı.
“Pazartesi günü için verdiğiniz yemek siparişlerinizi hazırlarken bu sözlerinizi hatırlayacağım Bay Ashwood.”
Bu tatlı tehdit üzerine Brad ve Mike gülerek Jen'e sarıldılar.
“Ahh, sizi özlicem.. Hadi çabuk gidin çabuk gelin..” diye sevgiyle kucakladı ve ikisini de öpücüklere boğdu Jen.

Mike arabaya doğru koştururken Brad eşine sıkıca sarıldı ve fazladan birkaç öpücük daha çaldı. Bu ikisi birbirine dokunmadan fazla uzun süre yapamazdı. İkisi de birbirine öyle derin bir aşkla tutkundu.

“Seni özlicem,” dedi Brad.
“Sana sözünü ettiğim o geceliği sipariş ettim. Pazartesiye elimde olacak,” diye çapkın bir gülümseme ile kocasının kulağınas fısıldadı Jennifer.

Brad'in yüzünde güller açmıştı. Brad;
“Seni seviyorum” diye içtenlikle söyledi ve ayrılmadan önce bir kez daha sarıldı eşine.
“Haplarını unuttun,” diye azarlayarak kocasının eline bir kutu mide ilacı tutuşturdu ve kendinden itikleyip uzaklaştırdı Jen.

2

İkisi de gülüştürler.

“Sen olmasan ne yapardım bilemiyorum Jenny,” diye koca sevgisini safça söyledi Brad.
Jennifer gülümsedi ve dudaklarından bir öpücüğü kocasına doğru üflerken sessizce fısldadı.
“Seni seviyorum.”

Güneş birkaç saat içinde batacaktı ve bu güzel kır kasabasında gece olacaktı. Kamp yeri sadece bir saat uzaklıktaki göl kıyısındaydı. Şu anda civarda pek çok kampçı çoktan yerlerini almıştı.

Brad arabayı çalıştırdı ve kampçılar bir kamp şarkısı söylemeye başladı. Aileler kamçıları el sallayarak gün batımına doğru uğurlarken Jenny sessice mırıldandı;
“Asıl ben, siz olmasaydınız ne yapardım bilemiyorum..”


Gece sıcaktı. Esen rüzgara rağmen ve açık kapı ve pencerelere rağmen hava hala sıcaktı. Daha yazın ilk günleri böyleydi. Son birkaç on yılın en sıcak yazı olacağı yolundaki meteorolji tahminleri tutacak gibiydi. Bilimadamlarının güneş patlamaları ile ilgili yaptığı tahminleri ve tatsız senaryoları da ekleyince bu yazın cidden sıcak olacağına çok kişi inanıyordu.

Hükümet güneşteki faaliyetin karşısında gerekli önlemlerin alındığını ve altyapı sistemlerinin bundan etkilenmeyeceğini açıklasa da İnternet, Hükümet ve Bilimadamlarının büyük çoğunluğunun aksi biçimde felaket senaryoları yazıyordu.

Jenny kocasından uzak olduğu her gecede olduğu gibi bu gece de o eski kabusla sıçrayarak uyandı. Sesi kilitlenmişti. Konuşamıyordu. Hatta ağlayamıyordu bile. Çok zayıf ve çaresiz kalmıştı. Korkuyla inledi ve sonra yavaşça kendine geldi.

Vücudunu kontrol etti. Eski yara izlerinden bazıları hala yerindeydi ama kanaması yoktu.. Yaralar iyileşmişti. En azından bedenindekiler. Yüreğindekilerin iyileşmesi mümkün müydü..

Jenny bir CIA ajanı olarak çalıştığı dönemde gelecek vaad eden bir ajandı. Ama son aldığı görev CIA'in elinde patlamıştı ve ona en yakın kişi olan Jen'de bu patlamada nefretin gözlerinin içine bakmıştı..

7 yıl olmuştu ve Jen hala o nefreti içinde duyuyordu. O kadar soğuk ve kararlıydı ki bu nefret.. Jen ondan önce korkuyu hiç tatmadığını görmüştü. Onun nefreti ve öfkesi karşısında bildiği bütün kıyametler bir çocuk gibi masum kalıyordu..

Jen ter içindeydi. Geceliğini üzerinden çıkardı. İç çamaşılarını yenisi ile değiştirmeden hızlı bir duş aldı.

Uyku hapı için bir bardak su aradı ama su bardağını bulamadı. Yine doldurup buzdolabı yanında unutmuştu.

Alt kata inerken evin içindeki esintiyi çığlak omuzlarında hissetti. Sarı saçları pencerelerin cereyanında tatlı tatlı dalgalanıyordu.

Güzel bir kasabada, kocaman bir bahçesi ve havuzu olan güzel bir evde yaşıyordu. Kocası kasabanın eski ve hali vakti yerinde bir ailesinin tek oğluydu. Jen bu asabayı seviyordu ve kasabada da çok seviliyordu.

3

Buzdolabının yanında dolu bardağı görünce kendine söylendi. “Bu haplar olmadan bile çok unutkanım.”

Bardaktaki ısınmış suyu döktü ve buzdolabındaki soğuk su ile yeniden doldurdu.
Hapı ağzına attı. Tam bardağı dudaklarına götürürken oturma odasından gelen bir melodi duydu!

İlk şaşkınlığının ardından bunu dehşet takip etti!

Bir cep saatinin melodisi idi bu. Bu çok tanıdık ve çok güçlü bir melodiydi!

Elindeki bardak yere düşerken dehşetle yurkundu ve uyku hapı boğazından aşağı gitti. Jen donup kalmıştı. Aklında kıgın kazanlar kaynıyordu ama buz gibi terliyordu. Kıpırdayamıyordu.
Kimsenin ve hiç birşeyin onu böyle korkutabileceğine inamamazdı. O gözüpek bir ajandı bir zamanlar ama artık korkuyu biliyordu. Dehşet ile tanışmıştı. Adı Nikola Milankoviç idi.




3 Yıl önce- Rusya. Moskova. Devlet görevlileri için korumalı bir yaşlılar yurdunun hasta koğuşu.

Adam orta boyluydu ve dikkat çekici hiçbir fiziksel özelliği yoktu. Temiz ama sade giyimliydi. Bir hasta ziyaretine gelmiş aile üyesinden farklı görünmüyordu.
Sandalyeyi çekip yaşlı adamın yanında oturdu. Onu yumuşak bir dost gülümsemesi ile selamladı. Elindeki çikolata kutusunu uzattı.
“Profesör Oparin. Ortak bir dostumuz İsviçre çikolatasından hoşlandığınızı söyledi. Umarım yanlış bilgi almamışımdır.”
Adam öksürdü. Kanserdi. Öksürüğü bir dizi öksürük izledi ve sonunda temkinli sert bir bakışla cevap verdi. Eli yine de çikolatalara uzanıyordu.
“Buraya bunları sokabilmek için iyi rüşvet vermiş olmalısınız. Kapıda gizli servis ve askerler bu tür şeylere izin vermez..”
Kel kafalı ve artık eski iri yapılı halinden eser kalmamış Profesör çikolataları temkinle tattı. Yüzünün şekli biranda değişti. Memnuniyet dolu bir gülümseme bitkin suratına yayıldı.
“Benim dostum yoktur bayım. Kimse beni sevmez, ben de kimseyi sevmem. Sevgili anneciğim dışında hiçbir insan beni anlamadı. Burada bakılıyor olmamın tek nedeni ise beni öldürmek ile yaşatmak arasında kararsız olmaları. Sonunda işleri doğal akışına bırakmaya karar verdiler.”
“Bay Sundance sizden söz ederken huysuz ama çok gerçekçi bir kişidir diye söz etmişti. Haklıymış,” diye güllümsedi Ziyaretçi.”
“Sundance. Adi herif,” diye konuştu ve ağza alınmayacak bir sürü hakaret ile küfür saydı Profesör..
“Bir zamanlar tatlı işler yapmıştık kendisi ile. Tabii sonuçları onun için bana olduğundan çok daha faydalı oldu. Şimdi nasıl p..ç kurusu?”
“Çok iyi, size selamları var.”
“Si.. in selamları.” diye söylendi Sergei. Sonra kendinden geçercesine sayıklarcasına konuşmaya devam etti.. “Bir silah kaçakçısı, bir ölüm taciri, bir kan emici.. Ondan ne eksiğim var? O para içinde yüzüyor ben sefil bir ölümün kucağında acıyla inliyorum. Ben ondan daha çok adam öldürdüm, ondan çok daha fazla insanın kanı ellerimde.. Ölümün asıl taciri benim! Bir de şu gördüğüm muameleye bak. Saygı... Saygı kalmadı.. Eski günleri gördüm.. Gençtim ama gördüm.. Soğuk savaşı gördüm! Ahh, ne günlerdi onlar. Saygı vardı. Ölüme ve yıkıma saygı vardı. İnsanlar önümüzde korku ve dehşetle eğilirdi... Günler.. Eski günler...” diyerek öksürdü Sergei ve bir
öksürük krizi daha geldi..

4

“Profesör, ben de bunun için buradayım,” diyerek konuya yavaşça girdi ziyaretçi.
“Bay Sundance ile iyi iş ilişklilerimiz vardır. İhtiyaç duyduğumuz çeşitli araçları bize genelde Bay Sundance sağlar. Bu defa talep ettiğimiz şeyi karşılama konusunda sıkıntı yaşadığını söyledi bize..”
Sergei koca bir kahkaha ile güldü.
“Büyük Bay Sundance birşeyi bulamıyor mu?” kahkahaları gerçekten de kocaman ve içtendi. Sonra cidden bir merakla ilk kez bu ziyaretçiye dikkatle baktı ve sordu Sergei;
“Söyleyin bana bayım.. Bay.. Adınız ne Demiştiniz?..”
“Henüz söylemedim. Bağışlayın, heyecanlıyım. Kabalık ettim. Benim adım Nikola Milankoviç.”
“Adınız tanıdık geldi..” diyerek durakladı Sergei.. Sonra hafızası birden ona gösterdi. “Ah, şu Sırp dahi.. Çağın en büyük beyinlerinden birisi.. Bütün ışıldayan teklifleri geri çevirip ülkenizde bir okulda öğretmenlğe başladığınızı duymuştum.. Sonra.. Sonra..” diye konuşmadı Sergei. Sustu. İç savaş patlamıştı Yugoslavya'da..
“Sonrası acı ve ölüm Profesör. Bir Ölüm taciri olarak siz de takdir edersiniz ki acı ve ölümün insan ruhu ve beyni üzerinde çok aydınlatıcı bir etkisi var. Genç beyinleri okullarda aydınlatıp daha güzel bir dünya yaratabileceğime inanmıştım. Çok saftım..” diyerek anlatıyordu Nikola.. Şimdi Sergei can kulağı ile dinliyordu.
“Artık aydınlandım. Ve gördüm ki dünyanın kurtuluşu aydınlanmada. Bütün dünyayı aydınlatmak ve onu kurtarmak için yegane yol onu acı ve ölüm ile aydınlatmak!”
Nikola'nın bunu saf bir inançla ve tutkuyla söyleyişi Sergei'i derinden etkilemişti.
“Evet! Evet! Evet!” diye onun sihrine kapılmışça heyecanla güldü ve tutkuyla konuştu Sergei.
“Sonunda denk bir beyin.. En azından denk bir beyin ile karşılaştım. Dostum gerçekten aydınlanmışsınız.. Bizi anlamıyorlar.. Ölüm ve acının ötesini görmüyorlar.. Yalancı dünyalarını yıkıp onları acı ve ölüm denizinden kılavuzluğumuzla geçirmediğimiz sürece bu zavallı ruhlar için kurtuluş umudu yok! Tek yolu aydınlanma!”
“Dünya'ya bunu vermeye karalıyım Profesör. Bunun için uzun zamandır bu davaya inanan arkadaşlarımla çalışıyorum. Bu çabalarım son dönemece girmek üzere. Sadece son birkaç araca ihtiyacım var.”
“Neye ihtiyacın var Nikola?” diye gerçekten şevkle sordu Sergei.
“Bay Sundance'a çok güçlü bir silah sordum. Ciddi anlamda bir kıyamet silahı... Halkları cidden silkeleyip acıyı tattıracak ve hepimize özümüzde aynı olduğumuzu hatırlatacak bir silah.. Acıda ve gözyaşında bütün dünyayı birleştirecek, günahlarımızı gösterip bizi doğruya yönelendirecek bir silah..” diyerek durakladı Nikola
“Bir nükleer silah. Bunu Sundance sağlayabilir. Ama bunun hedefe ulaştırması büyük sorun olacaktır sanırım..” diye konuştu Sergei.
Nikola gülümsedi.
“Bir nükleer silaha ihtiyacım yok Profesör. Yıllar önce hatırı sayılır sayıda ve güçte nükleer güce kavuştum. Nükleer silahları üretmek ya da satın almak ya da Dünyanın herhangi bir liderinin yatak odasına sokmak da sorun değil. Nükleer silahlar sadece insanı değil, dünyayı da yok ediyor. Dünyayı yok etmek istemiyorum. Ben daha büyük bir şey arıyorum. Dünyayı yeniden kurmak istiyorum. Bunu söyledim Bay Sundance'a. Ona dünyayı uyandıracak ve bütün halkları silkeleyecek birşeye ihityaç duyduğumu söyledim. Bir süre düşündü ve sonra bana sizden ve Zürih'deki bir restorandaki konuşmalarınızdan söz etti..”
“Adi herif. P..ç kurusu.. O..pu çocuğu.. Biliyordum böyle birşey olacağını. Kızlar ve içki.. Çok ama çok içki. Beni çok konuşturdu. İçince çenemi pek tutamıyorum ama hayır efendim ona hepsini söylemedim.. Hayır.. Asla.. Ben o kadar aptal değilim..” şimdi yine adeta transa girmişti Sergei.. “ Hayır o kadar aptal değilim.. Saygı.. Saygı yok.. Saygı önemli.. Ben ölümü gördüm.. Ölüm.. Dünyanın kıyametini gördüm.. Kızıl Kıyamet! Kızıl Kıyamet! Kızıl Ölüm.. Onu gömdük.. Çok derine gömdük.. Benden çok önce, yaşlılar onu bulmuş.. Yaşlılar onu daha da beslemiş.. Şimdi çok daha güçlü! Çok aç.. Açlığı kocaman. O kadar aç ki bütün dünyayı yemeden doymaz.. Bütün insanları yemeden asla doymaz! Kızıl Kıyamet.. Gömdük.. Korktuk.. Stalin bile korkmuş.. Stalin bile korkmuş. Gömün ve adını silin demiş.. Ama yaşıyor.. Hala orada.. Kızıl Ölüm.. Kızıl Kıyamet..”

5

Nikola adamın kısmen delirdiğini düşünse de ölmek üzere olan öfkeli-yalnız ve çok zeki bir bilimadamı ile karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Adamın sözlerinden etkilenmişti.
“Kızıl Kıyamet, nedir Profesör?” diye sordu. Bir iki tahmini vardı aslında. Stalin sözü birşeyler çağrıştırıyordu..
“Kızıl Ölüm.. Nikola, onu gömdük ve unuttuk. Ama ben unutmadım.. Hayır ben değil. Ben unutmadım. Ben onu çıkardım. Ben onu mükemmelleştirdim. Ben onu korudum. Onu sakladım.. Birgün biliyordum.. Biliyordum.. Birgün.. Günü gelecekti..” diye konuşuyordu Sergei.. Sonra aklı biraz daha başına geldi ve daha tutarlı anlatmaya başladı.
“Ortaçağda Avrupa'yı vuran şey kara veba değildi Nikola. Nereden nasıl geldiğini bilmediğimiz bir virüs. Çok kıyıcı bir virüs. Ortaçağ'a ait çok iyi korunmuş bir gurup ceset bulunmuş Norveç buzullarında. Arkeolojik keşif kısa sürede salgına dönüşmüş ama arkeologlar ve Alman bilimadamları hızlı davranıp karantinayı başarı ile kurmuşlar. Virüs onca zamana rağmen yaşıyordu. Naziler ve Mengene bunun üzerinde çok ciddi araştırmalar yürütmüşler ama Hitler denen o deli bile bunu kullanmaya cesaret edememiş. Sonra da zaten bir şekilde bilimadamları bunu Nazilerden kaçırmayı başarmışlar.. Rus bir ajan savaşın sonlarına doğru bu son örneği Moskova'ya ulaştırmış.”
“Sovyetler bunun üzerinde uzun yıllar araştırma ve denemeler yapmış ama Sibirya'daki kaza ile patlayan salgın Stalin'i bile ürkütmüş. Kızıl Kıyamet'i kontrol etmenin yolu olmadığı görülmüş sonunda.. Sonunda Stalin araştırmayı bitirmiş ve bilimadamları farklı yerlere sürülmüş ya da öldürülmüş.”
“Soğuk Savaş yıllarında canavar saklandığı mezardan bir kez daha çıkarılmış ama yine kontrol için bütün çabalar boşa çıkmış. Deri üzerindeki irin kabarcıklarının patlaması ile ya da öksürük ile atmosfere spor gibi yayılıp uzun süre hayyatta kalıyor. Hava ile, temasla, vücut salgıları ile bulaşıyor. Son derece bulaşıcı, hızlı, çok dayanıklı ve belirtiler ortaya çıkana kadar kişi yaşadığı ortama bunu kelimenin tam anlamı ile saçıyor.”
“Bir kez belirtiler görülmeye başlayınca da kişi acılı bir sürecin sonunda ölüyor. İzlemesi hiç hoş bir süreç değil itiraf etmeliyim.. Sonuçta; Düşmanı öldürdükten sonra durmayan ve onu ateşleyen elleri de öldüren bir silah haliyle işe yaramayan bir Kıyamet Silahı olarak damgalanmış.. Ama ben .. Ben başardım.. Gizlice onu mükemmelleştirdim.. Ben, burada pislik ve sefalet içinde yatan, saygı görmeyen Sergei Oparin bunu başardı.”
“Tam olarak başardığınız neydi Profesör?” diye ciddi bir merak ve hasta bir saygı ile sordu Nikola.
Sesindeki samimi saygıyı Sergei de hissetmiş ve uzun yıllar sonra içinde insanlar için bir umuda dair ışık yanmıştı.
“Bir aşı.. Bir aşı geliştirdim.” diye gülümsedi Sergei.
Nikola şimdi cidden etkilenmişti ve bunu açıkça gösteriyordu Sergei'e..
“Bu çok büyük bir başarı ama bunu neden gizlediniz Profesör? Bu size büyük saygı kazandırabilirdi.”
“Saygı yok.. Artık saygı yok.. Onlar bunu gömecekti. Onlar bunu kullanmayacaktı. Dünya kötü. Dünya çirkin. Dünya kurtarılmalı. Sen bunu yapabilirsin. Senin de gözlerinde gördüm. Sen bunu yapabilirsin!. Söyle bana, yapacak mısın? Onu kullanacak mısın? Dünyayı aydınlatacak mısın!?”
Nikola hasta bedenli ve hasta zihinli bu adama çok büyük bir sempati beslemeye başlamıştı. Bu hastacaydı. Birbirlerine benziyordular.
“Eğer o onuru bana bahşederseniz, onu bana verirseniz size söz veriyorum. Onu kullanacağım.”
Sergei hiç beklemeden şevkle cevap verdi. İçinde heyecan ve sabırsızlık vardı!

6

“O halde senindir,” diyerek güldü Sergei ve bir kahkahalarını bir öksürük krizi takip etti.

Sergei varisini bulduğunu biliyordu. Onunda gözlerinde aynı derin karanlık kuyu vardı.. Gözlerinin içine dikkatli bakanın vay halineydi. Orada en derin karanlığı görmüştü Sergei.. Dünyaya mirası Nikola olacaktı..

“Sana bunu nasıl ödeyebilirim Profesör? Benden ne diliyorsunuz? Para? Daha iyi tedavi? Gücüm dahilindeki herşey? Ve ben çok güçlüyümdür sizi temin ederim..”
“Gücünün büyük bölümü cüretinde gizli. Onu kullanacağını biliyorum. Dünyayı aydınlatmak için onu cayır cayır yakmaya hazırsın, bundan çekinmeyeceğini görüyorum..”
“Sen Dünyayı yakmadan önce Amerika'yı görmek istiyorum. New York'u.. Son günlerimi orada geçirmek fena olmazdı. Zaten son aylarımı yaşadığımı söylüyor sevgili doktorlarım..” diye konuştu Sergei. Ağzına bir çikolata daha atıyordu. Neşe ile gülümsüyordu.
Nikola elini cep telefonuna attı.
“Tam donanımlı en iyi ambulans uçağını bul. Profesör Sergei Oparin Moskova'dan New York'a tedavi için nakledilecek. Kendisine en yüksek ve en güzel New York manzarasına sahip çatı katını kiralayın. Tedavisine orada devam edecek..”

Sergei gülümseyerek konuştu. Sonra da kahkahalara boğuldu. Nikola da gülümsüyordu.
“Onlara cehennemi ver!”




Nikola şöminenin yanındaki koca koltuğa kurulmuştu. Elinde antika bir cep saati vardı. Melodi usul usul şakıyan bir ninni gib çok rahatlatıcı ve yumuşaktı.. Çok ürkütücüydü burada.. Jen karanlığın bir iblisini görmüş gibi donmuştu.

“Otur Jennifer,” diyerek eliyle karşıdaki koltuğu nazikçe işaret etti Nikola.

Jennifer kararsızdı. Kontrolünü ele geçirmek için savaşıyordu. CIA yıllar sonra bugün bile hala 3 ajanı ile onu 24 saat gizlice izliyor ve koruyor olmalıydı. Yaşlı Adam öyle söylemişti ve o söylüyorsa öyle olmalıydı.. Şimdi neredeydi bunlar.

“Jennifer, o 3 CIA ajanı gelemeyecek. Kocan ve küçük Mikey'nin de ölmesini istemiyorsan lütfen söylediklerimi harfiyen yap. Şimdi. Otur lütfen.”

Jennifer'ın gözleri dolmuştu. Kocası ve Mike'ın adı geçince elindeki azıcık cesaret de avuçlarından kayıp gitmişti ve yeniden kölelik zincirleri ile bağlanmıştı.
Jennifer yavaşça odaya yürüdü.. Teslim olmuş, boynu bükülmüş çok çaresiz bir hali vardı.
Nikola onu izliyordu.
Jennifer vücudunu pek de örtmeyen yazlık bir gecelik giyiyordu. Brad onu bunlarla görmeye bayılıyordu ve Jen de onu mutlu etmeyi seviyordu. Vücudunu cömertçe sergileyen bu gecelikle ay ışığında yürüyüp Nikola'nın işaret ettiği koltuğa oturdu.
“Seni iyi gördüm Jennifer. Son defaki talihsiz karşılaşmamızda sana..” diye durakladı.. Açıkça kelimeleri doğru seçmek konusunda kendisini zorladı Nikola.. “hiç iyi davranmadım..” sesinde sanki bundan o da şimdi çok rahatsızmış gibi bir hali vardı.

Jennifer o günlerin hatırası üzerine gelince sessizce hıçkırdı. Tamamen kırılmıştı şimdi ve gözyaşları iki gözünden sessizce dökülüyordu.
7

7 yıl önce Yaşlı Adam'ın ekibindeki en iyi 3 ajandan biriydi Jennifer. 5 yıldır dünyayı kasıp kavuran terörist eylemler ve suikastlerin mimarı olarak aranan Nikola'ya çok yaklaşmıştılar.
Ne yazık ki Nikola da bunun çok farkındaydı. Ekip üyelerinden birini vahşice katletmişti. Diğeri şans eseri ağır yaralı olarak saldırıyı atlatmıştı. Jennifer ise 3 gün ortadan kaybolmuştu ve bir ihbar ile bulunduğunda durumu çok kötüydü.
Vücudunda bir sürü yara vardı. Çok dövülmüş ve işkence görmüştü, tecavüze uğramıştı. Fiziksel travmanın ötesinde psikolojik olarak da tamamen tükenmiş haldeydi.
Bir yıl boyunca Yaşlı Adam üzerine titreyerek onu geri getirebilmişti.. Yine de Jennifer o 3 günde eski Jennifer'ın çok fazlasını kaybetmişti. Asla aynı kişi değildi. CIA'deki aktif görevden çekilmiş ve alt seviye önemsiz kağıt işleri ile evden çalışabileceği bir göreve getirilmişti.

Nikola ona yaptığı uzun işkencenin sonunda kendisi de bir noktada bundan etkilenmişti. Karanlık kocaman, bomboş bir depoda tek bir lambanın küçücük ışığında geçen uzun saatlerin sonunda kırılan sadece Jennifer'ın ruhu değildi.
Nikola bütün ruhunu çoktan kaybettiğine inansa da Jennifer'ın gözlerinde karısının gözlerini gördüğünde ruhunun hepsini kaybetmediğini anlamıştı. İşte o anda ruhunun son kırıntıları da onun içinde parçalanıyordu.. Nikola adeta çıldırmıştı o anda. Kendini kaybetmiş bir çaba ile Jennifer'ı kurtarmak için 2 gün boyunca uğraşmıştı.. Sonra da hayati tehlike geçince onu bırakmıştı..

Nikola ölümün eşiğindeki Jennifer'i bıraktığında yeni kararlar ile kendini yeraltına çekmişti.. O günden sonra Nikola bir daha bugüne kadar ortada görülmemişti..7 yıldır ondan ses ya da haber yoktu..

“Senden özür diliyorum Jennifer. Çok üzgünüm..” diye içtenlikle adeta küçülerek söylemişti Nikola..
Bu sözleri duyduğunda Jennifer'ın içinde adeta bir bomba patlamıştı. Nasıl olduğunu o da sonra şaşkınlıkla merak edecekti.
Jennifer ayağa fırladı ve Nikola'nın karşısına dikilip suratına okkalı bir tokadı yapıştırdı.

Bir anlık patlamanın ardından Jennifer korku ile geri çekilip bir köşeye siniyordu. Korku ile hıçkırıyor ve ağlıyordu..

Nikola ayağa kalkarken burnundan akan kanı eliyle siliyordu.
“Çok anlaşılabilir bir tepki. Seni suçlayamam. Bundan fazlasını hakettim. Tanrı biliyor.”
Nikola cebinden bir mendil çıkardı ve Jennifer'e doğru yürümeye başladı.
Jennifer sıkıştığı o küçük köşede küçücük küçülmüştü. Yere küçücük çömelmiş ve korku ile inleyip yalvarıyor ve ağlıyordu.. Sesi bile çıkamıyordu ama durmadan korku ile yalvarıyordu..

Nikola kendinden iğrenerek yere dizçöktü. Dünya umurunda değildi.. Kadın, çocuk, yaşlı, genç.. Canları cehennemeydi. Onların gözünü açmak için hepsini katletmesi gerekirse hepsini cayır cayır yakmaya hazırdı. Ama bu kadına yaptıkları için kendinden öyle iğreniyordu ki o günden sonra bir daha aynaya ne zaman baksa Jennifer'in gözlerini ve eşinin gözlerini beraberce görüyordu. 7 yıldır kabuslarında onları görmediği tek bir geceolmamışt..
Mendili ile nazikçe Jennifer'in gözyaşlarını silerken artık ölü olan baba-eş-öğretmen Nikola gibi sevgi ve şefkat doluydu. Dokunuşu çok yumuşak ve çok sıcaktı. Samimi bir nezaket ile Jennifer'in saçlarını ürkekçe okşuyor ve gözyaşlarını siliyordu..

“Af beklemiyorum. Sadece çok üzgün olduğumu söylemek isityorum. Karım ve kızımın öldüğü o günden başka hayatımda değiştirmeyi dilediğim tek şey sana yaptıklarım. Yazık ki olanca gücüme rağmen ikisi de gücüm dahilinde değil. Sana bir kez kıyametin ötesinde bir kıyamet verdim. Bunu değiştiremem ama ikinci bir kıyametten azad edebilirim.”

8

Nikola ayağa kalktı ve oturduğu koltuğun yanındaki şömineni üzerinde bulunan bir aile fotoğrafını eline aldı.
Fotoğrafta koca bir aile vardı. Kalabalık koca bir Aileydi bu. Brad'in ailesi.
“Çok güzel bir aile tablosu. Onları çok seviyorsun. Onlar da seni çok seviyor.”

Jennifer ne geldiğini bilmiyordu ama sessizce inliyordu.. Gözyaşları hala sessiz sessiz ağlıyordu. Hıçkırıkları hiç durmuyordu. Yüzü ve gözleri kıpkırmızı olmuştu. Adeta ağlamaktan tükenmişti.
“Lütfenn... Lütfen.. Onlara dokunma.. Lütfen..”
“Söylediklerimi harfiyen yapacaksın Jennifer. Senin ve Ailenin hayatta kalmasının tek yolu bu.”
“Evet.. Yaparım.. lütfen.. Yapacağım.. Lütfen, onlara zarar verme.. Lütfen.. yapma..”
Nikola Jennifer'e bir zarf bıraktı şömineni üzerine.
“Büyük bir kıyamet zamanı geliyor Jennifer. Aileni bundan korumak için nereye gideceğin ve nelere ihtiyacın olduğu orada yazılı. Orada yazılanları harfiyen yaparsanız yaşayacaksınız. Senin için sadece bunu yapabilirim. Yazılanlara uyduğunuz sürece ailen ve sen orada güvendesiniz. Yazılanlara uymazsanız kendi ölümünüzü kendiniz davet ettiniz demektir.”
“Seni bir daha görmeyeceğim. Ne sana ne de ailen bir daha asla yaklaşmayacağım. Sana ve ailene benden ve adamlarımdan zarar gelmeyecek ama talimatlara uymak zorundasınız. Sadece oraya git ve talimatları kendi güvenliğin için uygula.”

“Hoşçakal Jennifer. İyi uykular..” diyerek yavaşça ayağa kalktı ve kapıya doğru yürümeye başladı Nikola. Jennifer yuttuğu uyku hapı kadar bitkinlik ve şokun da etkisi ile olduğu yerde kendinden geçiyordu.. Gözleri kapanıyor ve sayıklamalarla bilincini kaybediyordu..

Sabah uyandığında bu kabustan geriye kalan çömine üzerindeki zarfı bulduğunda yine birkaç saat kendine gelemeyecekti. Sonra da CIA'den Yaşlı Adam'a telefon açtığında koruma görevindeki 3 ajanın öldüğü ve yardımın yolda olduğu haberini alacaktı..




“Kanal değiştirmeye çalışmayın. Bütün dünya televizyonlarında bütün kanallarda bu konuşma var. Eğer bu dünyada sevdiğiniz birisi varsa onun aşkına iki dakinanızı ayırıp beni dinleyin, dinlemezseniz çok pişman olabilirsiniz.”
“Benim adım Nikola Milankoviç. Yugoslavyalı birSırp'ım. Eminim çoğunuz bu ülkenin adını bile duymamışsınızdır. “
“Amerika Birleşik Devletlerine, Rusya'ya, Çin'e, Avrupa ülkelerine, halkları üzerinde halklarını umursamazca hüküm süren bütün dünya devletlerine; Kısacası bütün dünyaya savaş ilan ediyorum.”
“Bundan yıllar önce bir ailem ve bir hayatım varken, bir ülkem varkem adamın biri televizyona çıkıp böyle delice şeyler söyleseydi ben de ona inanmazdım. Sizleri ültümatomuma inandırmalıyım. Sizlere tam olarak 3 saat veriyorum. Sevdiklerinizle kucaklaşın, onlara bir telefon ile söylemeyi ihmal ettiğiniz şeyleri söyleyin. Sevdiklerinizle vedalaşın çünkü 3 saat sonra ölüm çekilişi var ve piyango belki de size ve sizin sevdiklerinize çıkacak.. Benim aileme son sözlerimi söyleme şansım olmadı. Size bu şansı veriyorum. Bu isteklerim kabul edilene kadar sizlere göstereceğim ilk ve son merhamet işareti olacak. Şimdiden 2 dakika kaybettiniz.”


Amerikan Başkanı George Ford da bu anda televizyon başındaydı ve bu yayını o da canlı olarak izlemişti.

9


“Bu saçmalık da neyin nesi!? Neler oluyor burada!?”
Kapı açılıp içeriye gizli servis ajanları girdiğinde yanlarında hatırı sayılır sayıda asker de vardı.
“Neler oluyor Jim!?” diyerek koruma şefine bağırdı Başkan.
“Sayın Başkan sizi süratle yeraltına indirmeliyiz. Lütfen acele edin efendim,” derken Jim çoktan Başkanın koluna girmişti ve diğer ajanlar da etrafında bir koruma çemberi kurup onunla süratle asansöre doğru yürüyordu.
“Jim burası Beyaz Saray! Lanet olsun neler oluyor? Bir delinin ültümatomu ile yeraltına kaçmayacağım!..” diye direnmeye çalışıyordu ama açıkça sürekleniyordu Başkan.
Jim'i hiç böyle görmemişti. Jim neredeyse soğukkanlılığını kaybetmek üzereydi. Başkan onun korktuğuna yemin edebilirdi!

“Efendim, Sayın Başkan Yardımcısı şu anda Air Force 1 ile havada. First Lady ve Kızlarınız da gizli servis ve ordu eskortunda süratle buraya getiriliyor. Onlar ulaşınca sizi DEFCON 1 Başkanlık Sığınağına nakledeceğiz.”
“DEFCON 1 sığınağı mı?! Çıldırdınız mı siz!?” Başkan şimdi asansördeydi ve Beyaz Saray'ın çok derinlerinde kazılı sağlam bir kale olan Başkanlık sığınağına iniyordu. “Jim tanrı aşkına söyle neler oluyor?”
“Efendim Sayın Savunma Bakanı ve Generaller kısa süre içinde CIA ve FBI başkanları ile Burada olacak. Anayurt Savunması Subayları şimdiden sığınakta. Size 5 dakika içinde brifing verecekler.”


Aslında brifing 45 dakika sonraya sarkmıştı ama Başkan bu arada eşi ve kızlarıyla buluştuğu ve bu konuşmanın dünya üzerindeki yankılarına dair raporları gözden geçirdiği için süreyi fark edememişti.

Toplantıda Generaller, CIA ve FBI görevlileri ile Danışmanlar ve uzmanlardan bir heyet varda. Yeraltındaki koca toplantı salonunda 30'a yakın üst düzey yetkili vardı ki Başkan geçen 3 yıl içindeki hiçbir Kriz durumunda bu kadar karanlık tipli ve kalabalık bir gurupla toplantı yapmamıştı.


CIA adına bir görevli ilk bilgileri veriyordu.. Büyük ekranda ve bütün katılımcıların önündeki bilgisayar ekranında resimler ve videolar ile belgeler akıyordu.

“.. Adı Nikola Milankoviç. Yugoslavya vatandaşıydı. Sırp kökenli. Dahi bir bilimadamı. Yüzyılın en parlak beyinlerinden birisi olarak kabul gördü. Genç yaşta fizik, kimya, biyoloji ve quantum fizik alanlarındaki çalışmaları ile çok dikkat çekti. Gelecek vaad ediyordu. Sonra bir Boşnak ile evlendi ve bütün kariyerini itip üniversitede dersler vermeye başladı.”
“Yugoslavya içsavaşının başlarında ailesi Sırp milliyetçi bir gurup tarafından gözleri önünde vahşice katledildi. Gözünün önünde kızına ve eşine tecavüz edildiği bilgisi onaylanmadı ama doğruluğuna inanıyoruz..”
“Tanrım,” diye samimice soludu Başkan Ford. Kendi ailesine böyle birşey yapılmasının düşüncesi bile onu korkunç etkilemişti.
“..Olay sonrasında Nikola Milankoviç başında bir mermi ile yaralı olarak bulunmuş ve tedavisinin ardından savaşta Sırp güçlerine karşı kendi gurubu ile çarpışmış. Bu dönemde yaptıkları ve kurduğu ilişkiler ile gelecek yıllardaki hareketleri için sağlam bir altyapı kurduğuna inanıyoruz.”
“Savaş esnasında ve savaş sonrasında pek çok Sırp komutanın suikaste kurban girmesinde onun parmağı olduğunu biliyoruz.”
“Burada durmadı. Yıllarca pek çok terörist eyleme, suikast ve bombalamaya, sabotaja karıştı. Bir noktadan sonra eylemlerinde savaşa geç ve yetersiz müdahale edip milyonlarca sivilin ölümüne göz yumduğu gerekçesi ile Batı'yı hedef almaya başladı. 12 yıl önce eylemleri artan bir dozda Batı'yı ve Amerika'yı hedef almaya başlasa da para karşılığında başka yerlerde pek çok terör eylemini gerçekleştirdiğini de biliyoruz.”

10


“Eylemleri git gide artan dozda şiddet içermeye başladıkça daha sıkı önlemlerle peşine düşüldü. Ama O da gittikçe ustalaştı. Basını sıkı biçimde kontrol altına alma çabalarımız sayesinde pek çok eylemini daha az zararlı gibi göstersek de aslında bombalama ve suikastleri cidden çok etkili ve korkutucu boyuttaydı. Sabotajlar ve şantaj ile Devletlere çok ciddi hasar vermeye başladığında birleşik bir harekat ile durdurulması için çalışmalar başlatıldı.”
“Ne yazık ki bu çalışmalar da felaketle sonuçlandı. Timler yok edildi ve operasyonun başındaki 3 ajandan biri vahşice katledildi, bir diğeri ağır yaralandı. Diğer ajanımız aldığı yaralar yüzünden sakatlandı ve masa başı göreve çekildi.”
“Nikola Milankoviç çok cüretkar, korkusuz ve becerikli bir düşmandır. Şimdi bütün dünyaya savaş ilan ediyorsa onu ciddiye almalıyız.”
“Kesinlikle katılıyorum, onu ciddiye almalıyız,” diyen Yaşlı Adam idi.

Yaşlı Adam tekerlekli sandalye ile gezen yaşlı bir adamdı. Yüzü ve vücudunun duruşu sanki iki yüz yaşındaymış gibiydi. Yüzünde derin izler ve gözlerinde durgun bir bilgelik vardı. Tehlikeli bir hava da etrafında adeta dalgalanıyordu.
“Sizi tanıyor muyum bayım?” diye sordu Başkan.
“Hayır, Sayın Başkan, Sizden önceki Başkanlar gibi siz de beni tanımıyorsunuz ve siz de beni tanımayacaksınız.”

Savunma Bakanı Başkanın kulağına eğilip fısıltıyla birşeyler söylerken Başkanın rengi öfke, şaşkınlık ve kararsızlık arasında dalgalandı durdu ve sonra sinirli bir kabul ile sessiz kaldı.
Yaşlı Adam başıyla samimice selamlayarak devam etti.

“Nikola Milankoviç geri döndü ve geçen yıllar içinde çok fazla güçlendi. Uyarılarımı kulak ardı edenler elimdeki gücü ve kaynakları da kısıtladıkları için onu yeterince takip edemedim. Ama şundan eminim ki bu geçen 7 yıl içinde hiç de boş durmadı. Onun imzasını tanıyabilirim ve biliyorum ki geçen 7 yıl içinde operasyonlarını büyük miktarda para kazanmak için şekillendirdi. Soygunlar, şantaj, rüşvetler ile büyük kar getirecek işlerden pay almak.. Haraç.. Teknoloji ve bilgi hırsızlığı.. Hiç boş durmadı. ABD bunu bir sır olarak saklasa da bizim kaybolan 45 milyar dolarımızın da onun Hacker takımı tarafından çalındığına inanıyorum..”

Başkan bu noktada Maliye Bakanına döndü.. Bunu daha yeni duyuyordu.. Maliye Bakanı başını önüne eğmişti ve utanarak açıklama yapmaya çalışıyordu..
“Hesapları tekrar tekrar inceliyoruz. Bir yerde bir hata ile paranın yanlış bir hesaba gitmesi söz konusu olabilir diye düşünüyoruz..”
“45 milyar dolar.. 3-5 cent değil 45 milyar dolar Edgar!.. 45 milyar doları kaybettiğimizi mi söylüyorsunuz?! Tanrım.. O kadar güvenlik harcamasını ne diye yapıyoruz!?” diye bu defa da savunma bakanına döndü Başkan.

“Aslında Sayın Başkan,” diyerek konunun can alıcı noktasına girdi Yaşlı Adam.. “Amerika yurt Savunmasına para yatırmıyor. En iyi savunma saldırıda gizlidir prensibi ile hareket ediyoruz. Bütçemiz silaha gidiyor. Savunma harcamaları çok uçuk teknolojik gösterilere gidiyor. Cidden o uçuk yüksek teknoloji ürünü savunma silahlarının bizi günümüz tehlikelerinden koruyabileceğine inanmıyorsunuz ya? Lütfen ciddi olun. Soğuk Savaş bitti.. Düşmanlarımızı ufaladık ve korkuttuk, bizi füzeyle vurmayacaklar..”

11

“Gerçekte ülke güvenliğimiz hiç de o kadar sağlam değil. İki Dünya savaşına girdik ama bu topraklar savaş yüzü görmedi. Savaşlar ile aramızda hep iki koca okyanus vardı. Sınır güvenliği hiç ciddi bir sorunumuz olmadı. Kanada sınırımız acınacak durumda, Meksika sınırı kaçak göçmenlerle yolgeçen hanı gibi.. Denizlerden gelebilecek kaçakçılık boyutundaki saldırılara karşı çok savunmasızız. Bir bavul büyüklüğünde nükleer bomba ile koca bir şehrin yok edilebildiğini göz önüne alırsak Amerika aslında çelik renginde boyanmış iskambil kağıtlarından bir kale. Nikola da bunun farkında..”
“Abarttınız...” diyerek karşı çıktı CIA başkanı. Sesi sertti ama hala çok büyük saygı ile karşı çıkmıştı. Hatta sesi biraz tereddüt ile titremişti.
“Sayın Bay Houston, abartmadığımı en yakından siz biliyorsunuz. Başımızı kuma gömmenin alemi yok. Amerika'nın kendini bu kadar güvende hissetmesinin asıl nedeni büyük vurucu gücü ve coğrafi olarak büyük savunma avantajlarının olması. Asimetrik savaş kavramının hakim olduğu günümüzde bir ülkeyi mahfetmek için ona ordular ile saldırmaya gerek olmadığını biliyoruz. Cüreti olan bir düşman için Amerika, Rusya, İtalya, Irak, Çin, Libya, İngiltere ya da dünyanın herhangi bir ülkesi hiç fark etmez. Ve size söylüyorum ki Nikola Milankoviç de cüret dediğimiz o şey bol miktarda bulunuyor..”

Bir süre sessizlik oldu. Sonra Başkan doğrudan yaşlı adama sordu. Herşey bir yana bu televizyon konuşması üzerine süreklenerek yeraltına kaçırılması ve konuşmanın dünya Başkentlerindeki zirvelerde yarattığı etki çok düşündürücüydü..
“Ne öneriyorsunuz?” diye sordu Başkan.

Yaşlı Adam lafı hiç dolandırmadan cevapladı.
“Sayın Başkan, ok yaydan çıkma üzere.. Belki de çıktı bile. Benim önerim adamı can kulağı ile dinleyin ve ne isterse verin.”
Bu öneri üzerine Savunma Bakanı ve CIA Başkanından onaylamayan nidalar yükselmekte geçikmemişti.. Bu öneri başkasından gelse sadece kahkaha ile gülerdiler..
Yaşlı Adam sesinin tonunu yükselterek devam etti. Sesi cidden çok ciddi ve karanlıktı. Tüyler ürperticiydi.
“Aksi takdirde çok ağır kayıplar yaşayacağımızı size garanti ediyorum. Bu adam bildiğiniz tehditlerden değil. Bütün güçlerimizi ve zaaflarımızı biliyor. Elbette güç ve zaaflarımızı bilen başka düşmanlar hatta koca ülkeler bile var. Ama fark şu ki, o bu güçlerimizi umursamıyor. O yeraltında. Sahip olduğu bütün gücü sonun kadar kullanmaktan çekinmeyecek. Gücü olmasa böyle bir ültimatom ile ortaya çıkmazdı. Size söylediği herşeyi yapabilir, bundan şüpheniz olmasın..”

Yaşlı Adam işaret edince yardımcısı bir İnternet sitesini ana ekrana açtı. 3 Saatlik geri sayım sayıyordu.
“İnternetteki gizli bir sayfa bu. 7 yıl önce geri saymaya başladı. 7 yıldır durmadan geriye sayıyor. Bu adresi bana Nikola göndermiş..”
Gerisayım televizyondaki ültimatom ile aynı gerisayım idi..

Başkan açıkça ikilemde kalmıştı. Şimdiden bir saatleri gitmişti ve 2 saatten az bir süre sonra ültimatomun ne derece ciddi olduğunu görecektiler. Açıkçası zaman dolana kadar yapabilecekleri çok fazla birşey yoktu. Henüz bir talep gelmemişti. Bekleyip görecektiler.

“Bekleyip görelim,” dedi Başkan Ford. Ama bu son darbe canın çok sıkmıştı. Hangi hasta beyin 7 yıl boyunca, böyle ince ince, böyle bir saçmalığı planlardı!

Saatler son dakikaları sayarken Dünya genelinde ya panik ya da had safada umursamazlık vardı.
12

Açıçası herkes öyle ya da böyle bu 3 saatin sonunda ne olacağını merak-korku ve heyecan ile bekliyordu.

Sattler geriye sayıyordu. Son saniyeler sayarken kimi yerler hakkaha ile gülüyor kimi yerler umursamazca kendi halindeydi, kimi yerlerde ise koca bir endişe ve korku hakimdi..

6, 5, 4, 3, 2, 1..



“Ne oldu? Ne oldu? Bana birşey söyleyin çabuk! Haberler nedir?” diye soruyordu ve bir elinde de televizyon kumandası ile kanalları karıştırıyordu Başkan .. İlk 10-15 saniye çok umut vericiydi.. henüz haberlerde de birşey yoktu ve bütün kanallar bekleme durumunda muhabirleri dört yana yayılmış bunun nasıl sonuçlanacağını bekliyordu..

Başkan ilk gördükleri ile rahatlar gibiydi..
“Belki de hepimizle oynadı bu adi herif..” diyerek rahat bir nefes almak üzereydi Başkan.
New York muhabirinin sesi televizyondan geliyordu ve ses panik içindeydi!
“Aman Tanrım! Buna İnanamıyorum! Bomba! Bomba! Bütün binada bomba araması yapılmıştı ama nasıl olduyda bina yaşanan bir patlamanın ardından çöktü! Tekrar ediyorum, New York Birleşmiş Milletler Binası yerle bir oldu! Aman Tanrım! Aman Tanrım koca bina yıkıldı!..”

Başka yerlerden de raporlar geliyordu.. Bir iki dakika içinde ortalık alev alev yanıyordu!

“Sayın Başkan dünyanın dört bir yanındaki Amerikan Büyükelçiliklerinden bombalı saldırı haberleri geliyor. İngiltere, Fransa, İtalya, Çin, Almanya, Türkiye, Rusya,.. Her yer.. Şimdiden 36 ülkeden saldırı raporu aldık ve yeni raporlar da geliyor.. Raporlar bitmek bilmiyor.. Bu ülkelerin kendi hükümet binalarında da çok büyük hasar veren patlamalar rapor ediliyor.”
“Tanrım..” diye inledi Başkan.. “Elçiliklerdeki can kaybı ne durumda?”
“Elçiliklerimize ulaşamıyoruz. Üçüncü kişilerden ve dışardaki ajanlarımızdan haberlerini alıyoruz efendim..”
“Efendim Başkentteki ve başlıca metropollerdeki önemli devlet binaları da saldırıya hedef olmuş durumda. Şimdiden müttefik ülkelerden ve Rusya ile Çinden de benzer raporlar alıyoruz. Ajanlarımız dünya çapında eşi görülmemiş bir terörist saldırı dalgası rapor ediyor.”

Bu saldırı gerçekten de sadece Amerika'yı hedef almamıştı. Amerikan elçilikleri yanında diğer batılı devletlerin elçiliklerinde ve ülkelerin büyük şehirlerinde de patlamalar yaşanmıştı. Ülkelerin devlet binalarında da ciddi can kaybına sebep olan bombalı eylemler yaşanıyordu..

İlk 2 saatin tozu aralandığında dünya çapındaki ölülerin sayısı en iyimser tahmin ile birkaç on bin civarındaydı. Bu daha başlangıç idi.. Yüksek tahrip güçlü bombalar, bombalı araçlar ile gerçekleşen saldırılarda şehirler ve ülkeler derin bir şoka, korkuya kapılmıştı!

24 saat içinde gerçekleşen takipçi büyük eylemler ile stadyumlar ve alışveriş merkezleri, hastaneler, okullar, kilise ve camiler vuruldu.. Ölü sayısı 24 saat içinde yüzbinler sayısına ulaşıyordu. Patlamalar durmuyordu..

13


Nikola'nın televizyona çıkışından tam 24 saat sonra televizyon ve bazı internet siteleri üzerinden ikinci konuşması yayındaydı.. Dünya bu defa ciddiyetle ve korkuyla, nefretle izliyordu..

“Benim adım Nikola Milankoviç. İsteklerim Dünya'nın büyük devletleri ve onların müttefiklerince kabul edilene kadar ben sizin en büyük düşmanınızım. Kadın, çocuk, yaşlı, sakat, bebek, anne, baba, kardeş.. Hiçkimse ama hiçkimse güvende değil. Ben ölümüm. Ölüm ayrım yapmaz.”
“Dünya Devletlerine sesleniyorum. İsteklerimi bütün devletlere bir liste olarak şu anlarda ilettim. Burada bir kez de halk önünde en önemli isteklerimi dile getireceğim.”
“Dünyanın kör halklarına sesleniyorum. Bencilliğin ve paranın, kendini beğenmişliğin, umursamazlığın, acımasızlığın ve de merhametsizlğin, cehaletin kölesi olmuş bütün dünya insanlarına sesleniyorum.”
“Kör gözlerinizi açın. Devletlerinize koşun ve onlara adil ve güzel bir dünya, merhametli ve bilge bir dünya istediğinizi haykırın. Aksi takdirde bu dünyayı ben sizin pahanıza gelecek nesiller için küllerinizden inşa edeceğim.”
“İsteklerimden ilki en önemlisi; Bütün Dünya devletleri sınırları dışındaki bütün askerlerini ülkelerine 72 saat içinde geri çağıracak ve başka ülkelere hiçbir şartta silah satmayacak.”
“İkinci ve diğer tartışma kabul etmeyen isteğim; Savaşlar resmen yasaklanacak ve yasağı çiğneyen ülkeye karşı diğer ülkeler birleşik tek bir güç olarak kanun uygulayıcı olarak hareket edecek. ”
“Üçüncü tartışılamaz isteğim; Bütün yoksullara devletleri tarafından ücretsiz sağlık-eğitim ve iş kazandırma hizmetleri verilecek. Yoksul ülkelerin bu en temel hak giderleri zengin ülkelerin kuracağı Destek Fonu'ndan karşılanacak. ”
“Milli ordulara ait olanlar dışındaki bütün özel silah fabrikaları ve silah şirketleri yasaklanacak. 24 saat içinde çalışmaları ve üretimleri duracak. Bütün bu şirketler Destek Fonu denetimi altında bütün dünyada ortak bir ağa bağlanacak ve insanlığın yararına teknoloji ve bilim üretecek.”

“Bunlar en önemli isteklerim. Diğer isteklerim ve ayrıntıları ülkelerin liderlerine şu anda iletildi.”
“İsteklerimi duyduğunuzda eğer bunları saçma ya da çok kabul edilemez bulduysanız size şu son 24 saat içinde yaşananları hatırlatmak zorundayım. Şunu da eklemeliyim ki bunlar yapabilceklerim yanında sadece küçük bir gösteriydi.”
“Elbette bazı aptal ülkelerin hala beni bulup yok etmeyi, bu saldırıların önüne geçmeyi deneyeceğini biliyorum. Denemekte özgürsünüz ama bu sadece daha çok acıya neden olacaktır ki bunu zaten denediğinizde göreceksiniz.”
“Dünya halkları. Güzel bir dünyada yaşamadığımızı biliyorsunuz. Şimdi bilmeyenler de öğrenecek. Tatmayanlar savaşı, acıyı, kanı ve gözyaşını tadacak. Uyuyanlar da kardeşlerinin karanlık dünyasına uyanacak..”
“Bu böyle olmak zorunda değil. Liderlerinize bunu söyleyin. Barış ve adaleti sadece kendiniz için değil bu dünyanın diğer halkları için de istediğinizi haykırın. Biri olmadan diğeri olamaz. Aynı dünya üzerinde yaşadığımız müddetçe bir halk açlıktan ve hastalıktan ölürken bir diğeri onu kurtarabilecek kaynakları havaya savuruyorsa bu kötü bir dünyanın kötü insanları olduğumuzun işaretidir.”
“Kötülüğe ve ölümlere, akan kana dur deyin. Acılara dur deyin. Ülke liderlerinize barış ve huzur istedğinizi söyleyin. Bütün dünya için barış ve bütün dünyada birlik istediğinizi söyleyin.”
“Aksi takdirde hepinizi yok edeceğim.”
“Size aklınızı başınıza toplamanız için 1 hafta veriyorum. Bir hafta sonra bugün bu saatlerde Birleşmiş Milletler sözcüsü tarafından ABD ve AB, Rusya ve Çin dahil ülkelerin %75'inin bu şartlarımı kabul ettiğini yönünde bir açıklama dünya çapında yayınlanmaz ise isteklerim kabul edilmemiş sayılacak.”
“İsteklerim kabul edilmediği takdirde hepinizin bu dünyayı daha iyi ve daha güzel bir yer haline getirmek istemeyen bencil ve kötü niyetli insanlar olduğunuza hükmedeceğim. Sadece ülkelerinize değil halklara da savaş açacağım. Ben savaştığımda arkamda canlı bırakmam. Sadece mezarlar kalır ben yürüyüşe geçtiğimde. Ben Ölümüm. Ölüm, benim.”

14


Başkan Ford iki saattir ateşli bir toplantının içindeydi ve beyni açıkça kazan gibi olmuştu. Kurmaylar, ajanlar, danışmanlar, askerler, sivil temsilciler ile konuşup duruyordu.. Çıldırma noktasına gelmişti!
“Lanet!” diye gürledi ve onun gürlemesi ile bütün tartışma ve konuışmalar sustu.. Bir anda koca salon sessizleşti. İğne atsan yere düşme sesi duyulurdu..
“Bu lanet olası Yaşlı Adam nerede!? Onunda burada olmasını istemiştim!”
“Efendim kendisi söyleyeceği herşeyi söylediğini ifade etti ve yapacak başka önemli işleri olduğunu söyledi..” diye çekinerek, fısıltıyla Başkanın kulağına cevap verdi Savunma bakanı.
“Önemli işler mi?! Başka ne önemli işi olabilir ki!? Koca bir Terör Krizinin tam göbeğindeyiz! Dünya alev alev yanıyor! Dünya kanıyor.. 24 saat içinde 350 bin kişi öldü. 350 bin lanet olsun.. Sadece 24 saat içinde.. Adam daha başlamadım diyor.. Benim sevgili Yaşlı Adamımın sözlerini dinlersem bu adam bundan çok daha fazlasına da muktedir! Şimdi ne yapacağız!?”
diyerek bağırdı Başkan.

“Efendim araştırmalarımız sürüyor. Şimdiden bir sürü ipucu elde ettik. 1 Hafta içinde, süre dolmadan sonuca ulaşacağız.” diye konuşuyordu CIA başkanı ama Başkan sadece güldü.
“Houston, beni yanlış anlama, kişisel bişey değil ama sen bu adamın dosyasını benim okuduğum gibi satır satır okudun mu? En ince ayrıntısına kadar bütün raporları ve analizleri bütün ifadeleri okudum. Bu adam deli değil. Buna deli diyenler onu anlamıyor. Bu adam tanıdığım en zeki ve en cüretli suçlu. Suçlu demek onu karşılamaya yetmiyor.. Cüretli ve sert bir devrimci. Bütün dünyayı dünya pahasına devirmeyi istiyor. Adam durmayacak çünkü planlarında sahip olmayı hedeflediği güce sahip. Planı işliyor. Bu ipuçlarını görmedi mi sanıyorsun!?”
“Adam bize 1 hafta verdi. Yakalanmayacağından, durdurulamayacağından emin.”
Başkan ortalıkta gezinerek konuşuyordu ve konuşması bir süre duraklayınca derin bir nefes alıp koca bir of çekti..
“Bayanlar baylar ne yapacağımızı bilemiyorum. Sizleri bilmiyorum ama ben Nikola Milankoviç'in söykediği herşeyi yapabileceğine inanmaya çok yakınım.”
“Sayın Başkan, teröristlerle pazarlık edemeyiz. Onlarla konuşamayız.”
“Biliyorum Houston. Biliyorum. Ama sen de biliyorsun ki bu durum herhangi bir şekilde bildiğimiz türden bir terör eylemi değil. Dünya çapında sadece ABD değil diğer büyük ülkelere ve müttefiklere karşı da girişilmiş çok geniş çaplı ve çok iyi organize olmuş bir saldırı söz konusu. 24 Saat içinde 350 bin ölü var Houston. Açıkça hiç hazır olmadığımız biçimde vurulduk. Ciddi anlamda asitmetrik bir savaşın içindeyiz. Bir ülke değil de bir kişi olması birşeyi değiştirmiyor. Adam dünyaya savaş açtı. Ve gerçeği söylemek gerekirse elindeki gücün sınırını, daha başka neler yapabileceğini, nasıl karşı koyabileceğimizi de bilmiyoruz..”

Başkanın sözlerinindeki haklılığı çoğu kişi kabul ediyordu. Bu dünya tarihinde eşi görülmemiş bir olaydı ve işin gidişi de hiç umut verici değildi.

1 haftalık sürenin daha ilk 48 saati içinde ülkeler arasında süratli bir diplomatik trafik söz konusu idi ve Birleşmiş Milletler(BM) görüşmeleri de aralıksız sürüyordu. Ülkeler ilk sinirli ve şokta hallerinden sıyrılmaya çalışsa da bu hala çok zordu.

Şimdiden cepheleşmeler de başlamıştı.

15


Kabulden yana olanlar, ne pahasına olursa olsun bu terörist isteğe karşı duranlar ve sessizce izleyenler-dinleyenler-duruma göre tarafını seçecek olanlar..


Sürenin son 2 günü kalmıştı ve dünya çapında karmaşa da alıp yürümüştü. Televizyonve İnternet üzerindeki tartışmalarda insanlar bölünmüştü. Kimisi bu saldırının ciddiyetine ve tehditlerin gerçekliğine inanıyordu kimisi teröristler ile ne şartta olursa olsun pazarlık atmemekten yanaydı.

Çoğunluk bu olanca ölüme rağmen hala bunu sıradan-çok can alıcı-ama hala sıradan bir terörist eylem olarak görüyordu. İşin ciddiyetini anlamamakla birbirini suçluyorlar ya da bu eylem karşısında çabucak teslim olmakla diğerini itham ediyordular.. Göz gözü görmeyen tozlu bir meydandı.
.
Devletlerarası görüşmelerde de işler çıkmazda idi ama terörsit ile pazarlık yapılmaz diyenler hala çok daha ağırlıkta idi.

Başkan Ford işlerin gidişinden hiç hoşnut değildi. Nikola'nın söylediği herşeyi yapabileceğine yürekten inanıyordu. Diğer ülke liderlerini buna ikna etmek için çabalıyordu ama bu hiç kolay değildi. Ve aslında boşuna bir çaba idi. Kendi Bakanları bile Başkan'a karşı önerilerde bulunuyordu..

Verilen süre dolduğunda Birleşmiş Milletler adına açıklamayı yapan sözcü;
“..Terörizm karşısında hür dünya boynunu eğmeyecektir,” dediğinde Nikola cevabını almıştı.
İnternetten kendi cevabını 45 dakika sonra yayınlıyordu ve bütün ekranlar süratle Nikola'nın cevabına dönüyordu...

“Bu cevabı bekliyordum. Merhametli davrandım. Bunu zayıflık olarak gördünüz. Ciddiyetimi anlamadınız. Size üzerinde yaşadığımız ve çok acılar çektirdiğimiz bu gezegen adına bir şans daha veriyorum.”
“Bir kurban seçmem gerekiyordu. Kurbanımı seçtim. Üzerinde güneşin batmadığı ülkeyi seçtim. İngiltere.. Üzerinde yaşamın tükendiği bir ülke olacak İngiltere..”
“İngiltere toprakları bundan 44 dakika önce Kızıl Ölüm ile tanıştı. XF-666 koduyla saklanan bir kıyamet silahı. Sovyetler bu silahtan o kadar korkmuştu ki onu asla kullanmamaya karar vererek çok derine gömdüler. Üzerine bir dağ kadar toprak örttüler ama ben onu buldum. Rus dostlarınız sizlere larşı karşıya olduğunuz kıyametin boyularını ayrıntıları ile anlattığında diğer ülkelerin çok daha anlayışlı olacağını tahmin ediyorum. Aksi takdirde hepiniz İngiltere ile aynı sonu paylaşırsınız. İngiltere artık ölü bir ada..”

Bu sözlerin daha ilk dakikalarında İngiltere'de koca bir panik başgöstermişti ve Başkan birkaç saat içinde sıkı yönetim ilan etmek zorunda kalmıştı. Yine de artık çok geçti. Olan olmuştu. İşler kontrolden çıkmışrı. Kısa süre içinde gösteriler şiddet olaylarına sonra da çatışmalara ve halk ayaklanmalarına gidiyordu. Korku ve bilinmeyenin dehşeti İngiltere'yi sarıyordu.

Bir saat sonra Rusya'da ilk bilgiler geldiğinde Rusların hepsinin panik içinde olduğu görülüyordu. Daha Ruslardan cevap gelmeden istihbarat kaynakları Rusların bütün sınırlarını kapattığını ve havadaki uçaklarını geri çağıırdığı gelen bütün uçakları ise yere indirmeden geri gönderdiği yolundaydı..

“Ne kadar kötü?” diye savunma bakanına sordu Ford.

16


Bakanın rengi açıkça soluktu.
“Efendim bu bir biyolojik silah. Ruslar bu programı 1970'lerde sonlandırdıklarını söylüyor. Çok tehlikeli ve kontrol edilemez bir virüs. Bulaşıcılığı, öldürücülüğü o derece yüksek ki aşısı ya da tedavisi olmadığından bir silah olarak değeri göz ardı edilmiş. Kıyamet silahı olarak hem kullanılanı hem de kullananı yok edecek bir gücü var. Adına Kızıl Kıyamet diyorlar..”
“Ne hoş. Çok cesaret verici bir isim. Söyledikleri kadar umutsuz mu Henry?
“Efendim, söylediklerinden çok daha umutsuz. Günümüz teknolojisi ve ulaşım imkanları ile bu virüsün bulaşıcılığı birleştiğinde 24 saat içinde bütün dünya nüfusunun %80'ine bulaşması işten değil.”
CIA Başkanı burada araya girdi. Elinde bir telefon vardı.Yeni haberler alıyordu.
“İngiltere bütün Havalanı-liman ve kara sınırlarını kapatmış. Ülkede acil karantina uygulanıyor. Bütün yerleşimlerde karantina prosedürü devrede. Havadaki uçaklar, limandan çıkmış gemiler ülkeye geri çağırılıyor. İngiltere'ye geri inmeyen uçaklara ateş açılması için İngiliz savaş uçakları havalanmaya başlıyor. Komşu ülkelerde de karantina prosedürleri aktifleştiriliyor.”


Ada, Dünya ile elektronik bağı dışında bütün fiziki bağlarını koparıyordu. Hatta yurtdışına haberleşme bağlantıları bile devletin sıkı yönetimi altına geçmişti.İlk tespitler hava alanları ve limanlarda, nüfusun yoğun bulunduğu alışveriş merkezi gibi büyük kapalı alanlarda ciddi ölçüde enfeksiyon kirlenmesi gösteriyordu!

İki ay sonra İngiltere ve Fransanın İngiltere'ye komşu 2 şehrinde Kızıl Kıyamet kol geziyordu. Nüfusun %90'ı virüsten etkilenmişti. Çok küçük bir kesim Devlet güçleri tarafından korumaya alınmış merkezlerde hayatta kalmaya çalışıyordu. Virüs hızlı yayılıyor, yavaşça ortaya çıkıyor ve acımasızca acıyla öldürüyordu. Çok acılı ve kötü bir ölümdü doğrusu.

İngiltere Başbakanı da bu hastalığa yakalanmıştı. Bütün önlemlere rağmen bu hastalığı kapmıştı ve tüm tedavi çabaları ile hastalığa daha uzun süre dayanabilmişti ama sonunda o da kaçınılmaz karşısında boyun eğiyordu.

Bakanların bazıları ve Başbakan yardımcısı ile onların çevresindekiler de onu takip eden günlerde birbir ölüyor ve İngiltere çokca askerlerin yönetimine kalıyordu.

Fransa karantina altındaki şehirlerinin ayaklanan nüfusunun şehirlerden korku ile kaçma çabaları karşısında kendi vatandaşları üzerine atşe açıyordu. Avrupa ve dünya çok karanlık bir dönemin eşiğinde sallanıyordu..



Avrupadan binlerce mil ötede hoş bir tropik adanın bir köy kumsalında küçük bir köpek yeni sahibinin attığı sarı tenis topunu geri getiriyordu.

İskelede gölgeye oturmuş adamın oltasına gelen üçüncü balık da adam tarafından oltadan çıkarılıp denize geri atılıyordu..

Küçük köpeğin başını okşadı adam.
“Hızlı kerata. Oynamaya bayılıyorsun,” diye gülümsedi Nikola. Bu sokak köpeği peşinden bir haftadır ayrılmıyordu ve sonunda o da arkadaşlığını kabul etmişti. Minik serseriyi kızı görse bayılırdı.

17


Acılı acılı gülümsedi. Kızı cennetteydi şimdi. Ailesi cennetteydi. Ona kalan ise bu kocaman kötü dünyaydı.

Topu tekrar bütün gücü ile savurdu Nikola. Küçük köpek de heyecan ve hevesle havlayarak yine güzel mavi sulara atladı. Bütün sabah boyunca balık tutmayarak ve topla oynayarak vakit geçirdiler..

Dünya bilinmezliğin ve kızıl kıyametin eşiğinde sallanırken bu sahilde sadece zamanın içinde donmuş acılı bir adam vardı..

Jennifer Kanada'nın kuzeyindeki güzel bir dağ yaylasındaki koca bir malikanede telsiz başındaydı. Brad de yanıbaşındaydı. Burada ailelerinden ve sevdiklerinden yaklaşık 30 kişilik bir guruptular ve haberleri korkuyla dinliyordular.

İngiltere'deki insan yaşamı 6 ayın sonunda sadece Devletin koruma tesislerindeki küçük bir nüfus ile kısıtlıydı. Havadan gelen yardımlar ile hayatta kalan bu insanların hayatı çok umutsuz ve acılıydı. Bu insanlar için kıyamet kopmuştu. Bütün yaşamları silinip gitmişti. Sevdiklerinden çoğu ölmüştü ve dünyaları, şehirleri öldürülmüştü. Yaşamları çekilmez bir hal almıştı. Her nefeslerinde acı vardı ve intiharlar görülmeye başlanmıştı. Umutları tükenmiş ve hayattan beklentileri kalmamıştı. Çocukları için bir yarın umutları hergün daha çok tükeniyordu. Ölümü bekleyerek korku ve dehşet içinde yaşamak büyük bir işkenceydi..

Dünya devletleri İngiltere'de olanlar karşısında şoktaydı ve dünya ağlıyordu. Bütün dünyada bütün dinler ölenler ve acı içinde yaşayanlar için dua ediyordu..

Yine de Nikola'nın isteklerini tartıştıkları ortamda hala sesler öfke ile yükseliyor ve onu bulup bu yaptıklarını ödetmek için ateşli nutuklar atılıyordu..

Nikola tepkileri sessizce izliyordu. Halklar içinde belli bir oranda uyanış görülmüyor değildi ama liderler hala anlamaktan uzaktı. Hala yeterli değildi..

Nikola umutsuzca ve kederle başını salladı.
“Yazık. Zavallılar. Ölümden başka çareleri kalmamış. Akıllarının gözünü yanlızca ölüm açabilir. O kadar derin bir karanlık içinde yüzüyorlar ki onları artık sadece ölüm aydınlatabilir..”
“Öyle olsun..”