1 Ekim 2011 Cumartesi

Dükkan bi müddet kapalı.

Takip eden varsa kusura bakmayın 2012 Zombi öyküsünü bu ara tamamlayabilcemi sanmıyorum. Ölüm var. Yastayım. Allah Kerim. dükkan bi müddet kapalı.

29 Eylül 2011 Perşembe

2012: Ölülerin İntikamına dair...



http://geodex.deviantart.com/art/Zombies-158195079



Çalışmalarım sürüyor. Düşündüğümden daha uzun zaman alıyor yazmak. Kısa öykü yapmaya çalışacaktım ama öykü benimle aynı fikirde değil. Sonunda yazar ne isterse istesin son söz öykünün. Hem biraz zorlanıyorum. Başağrısı, tatsızlık, yorgunluk, vs...

Biraz daha yazmam gerek. 4 bölüm yapmayı istemediğim için yazdıklarımı tutup son noktayı atana kadar bekleteceğim. En geç Pazartesiye bitmiş olur. En kötü şartlarda ben ölürsem kardeşime vasiyet ederim notlarımı yayınlar :D

Haydaa, nerden çıktı şimdi ölüm? Alah Allah, sen mi söyletiyon bunları yoksa...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Alıntıdır Bilader...



"our society is run by insane people for insane objectives. i think we're being run by maniacs for maniacal ends and i think i'm liable to be put away as insane for expressing that. that's what's insane about it." John Lennon

Alıntıdır, bir şey araken başka bir şey buluyorsun bazen;
http://sekiznumara.blogspot.com/


"Toplumumuz deli insanlar tarafından delice amaçlar uğrunda yönetiliyor. Sanırım manyaklar tarafından manyakça bir sona sürükleniyoruz ve benim kalkıp bunu söylemem de bir deli olarak kenara atılmama neden olacak. İşte bu deliliğin taa kendisi."

21 Eylül 2011 Çarşamba

Reign of Lies





We need empathy. Mutual understanding. Tomorrow wake up in a pair of Palestinian shoes. Spend the day in those shoes. Come back to me again. Then, tell me what YOU are thinking.
This is one of those situations where there is no black or white. There s a huge gray zone we are living in.
Who s guilty? Who should we hate? Who should we burn? Well, to me, the source of the trouble is the so-called- Leaders of the World. They keep feeding hostility and fear to maintain their Reign of Lies.

Mothers should govern Nations. All those religious and militarist bastards should burn.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Öldüren Sözler




"loving eyes can never see"

One of the greatest lines in a song ever.
RockBanned 3 weeks ago 58

12 Eylül 2011 Pazartesi

Beni anlamadın ya ben ona yanıyorum..

DENEME VE İSYAN ARASI ORTAYA KARIŞIK

OLACAĞI VARSA OLUR BENİ KIZDIRMAYIN LAN

Hayatımın hikayesi... Ben hep yanlış anlaşılıyorum. Bir yazar için bu ne kadar da alaylı bir durum. Kendini anlatamamak.. Baaah. Ben bir şarkı olsaydım heralde Kayahan'dan; Beni Anlamadın ya Ben Ona Yanıyorum olurdum.

Dünkü bir twitin üstüne iki arkadaştan hayırlı olsunlar, tebrikler geldi. Yanlış anlaşılmalar olmuş. Bir kişi mail atıyosa, diğeri kutluyosa; sesini çıkarmadığı halde yanlış anlayan başkaları da olabilir.

Olay nasıl patladı?

"Abi selam. Hayırlı olsun ya abi."
"Aleykümselam. Saol, canım benim." Bendeniz tam anlayamadım ne hayırlı olacak ama bozuntuya vermedim o an. Bozuntuya vermedim diyorum ama kendimce bozuntuya vermedim. Rivayete göre hislerimi hiç saklayamadan hemen belli ediyomuşum. Bence sakıncası yok. Ben glastnost ve perestroykacıyım, savaşma seviş felsefesinden yana barışçı, uzlaşmacı bir sevgi insanıyım. ( :D ) Valla.

"Abicim, adı ne?"

Heh, şimdi oldu. Herhalde yeni bitirdiğim hikayeyi kutluyor. Ulan bu herifi iyidir hoştur ama bu beni okumaz ki.. Neyse.. Nezaket gösteriyor demek ki.. Bakalım ne isteyecek, Haha; diye düşünüyorum..

"Yaşam Hasatlayan Smir. Sen bile okursun bazı yerlerini, kimi kısımları biraz erotiğe kaçtı."

"Abi onu sormuyorum ya, ben yengeyi soruyorum," diye gülerek konuştu bizim çocuk.

Bendeniz burda ters köşeye yatan kaleci gibiydim. Oha dedim.. Şaşırdım ki ne şaşırdım. Ben ve bir yenge? Yok canım, hadi lenn! Yanlış anlaşılmasın; Güzeli ve iyiyi severim, güzelin içinden en çok da hoş ve zarif hanımları severim, seçiciyimdir de hani. Huyu suyu uymazsa güzellik de on para etmez (Tanıyanlar kıl, uyuz ve muhalefet birisi olduğumu da söyler, ben sadece patavatsızlıktan kesinlikle kaçınmak kaydıyla açık açık konuşmak diyorum buna. İnsan, kendine uymayan şeylere "hayır" diyebilmeli yeri geldiğinde. Bu gerekli) Kimisi bu yüzden hala bekar olduğumu söyler.. Kulakları çınlasın lisedeki din dersi öğretmenim gibi konuyu bir dağıttım ki sorma.. neyse..konuyu dağıtmayalım. Nerde kaldım lan ben...

"Ne yengesi bilader. Ben ağır abi modunda tek tabanca takılan Levent. Sen ne içtin? Kimyasal mı? Narkotik mi?"

Gülüyor bizimki...

"Abi twitten atmışın, orda gördüm. Aşık Veysel'den alıntı yapmışın. Yazamıyorum, aşığım demişin..."

Bendeniz burda ikinci kez ters köşeye yattım. Arka arkaya iki kez yattığım da sayılıdır hani. Helal olsun. Heralde şaşkınlıktan ağzım beş karış açık kalmış olacak ki bizimkisi hala katılarak gülüyor...

"Olm, yok öyle bi şey. Yanlış anlaşılma var. Benim kastettiğim yazmak bir sevda gibi, yazamamak ve acı çekmekte bu işin parçası, hani "oğlan kızı sever, kavuşamaz, aşk olur" hesabı filan gibi bi şeydi bea..."

Samimiyetimden inandı kerata. Uğraştırmadı beni.

"Pardon abi ya. Yarana bastım. Kusura bakma," diye hem özür diledi hem de çomak soktu gülen pislik.

"Ağzını yüzünü dağıtırım senin. Ne diyon lan sibop," diyerek kovaladık delikanlıyı.. Yüzüm güldüğü için heralde pek caydırıcı olamadım ama olsun bea :D Zaten havladığım ama ısırmadığım bilinir. Evet bildiniz, ben bir sevgi insanıyım. Almanya'da doğduğumu söylemiş miydim? Sene 1978, hızlı zamanlar! Disko beybi! Çiçek çocukları!!

Tabii bu durumun üzerine beni bir düşünme de aldı.. Felsefe üretmeye başladım.. Sigara içiyor olsaydım heralde iki üç teli arka arkaya yakmıştım ama o nalet şeyin kokusunu hiç sevemedim. Yanında sevgilinin kokusu ya da çok tatlı bir sohbetin eşliği yoksa sigaraya dayanamıyorum.

Sıra sana geliyor, evde kaldın, tohuma kaçcan, sana bir kız bulalım, bizim tanıdık bir hala kızı var eli yüzü düzgün sana da uyar bir yemekte filan buluşturalım türü muhabbetlerde millete eğlence olmak bazen iyice tepemi attırıyor. Bigün birini fena pataklicam. Bir sevgi insanı olarak içimdeki bütün sevgiyi suratına boşaltıcam.. Öyle yani..

Hayatının aşkını bulanlara selam olsun, sevdiği ile evlenelere selam olsun, kafasına göre kız ve erkek arkadaşı ile takılanlara selam olsun. Kendi adıma konuşacak olursam; ki zaten ben kendi adıma konuşuyorum... aaaah, bu saçma bir cümle mi oldu.. Neyse.. Diyeceğim o ki; Bazen yalnızlığımdan memnunum, bazen de yorgunum. Benim gemim bilinmeyen bir denizde yol alan bir gemi gibi, bu maceraya peşimden bir başkasını sürüklemeye korkuyorum. Gitmek istediğim yerin peşinde batıp gideceğim belki ve benimle kimse batsın istemiyorum. Ciddi ilişkilere(evlilik deniyor kimi dillerde) uzağım, "seviyeli bir arkadaşlık" ise bu şartlarda biraz bulunması zor bir şey.

Zaman zaman hoş hanımlar görüyorum ve hoşlanma noktasına yaklaşıyorum ama bir şeyler yoluma çıkıyor. Son zamanlarda bu genelde "bütün iyiler kapılmış" özlü sözüyle açıklanabilecek bir durum oluyor. Ya da "Gümüş ayın kendisi bile Sturm'dan bu kadar uzak ve yüksek değildi," alıntısıyla özetlenebilir. Yani araya imkansızlıklar giriyor. Selam olsun Brightblade.

Potansiyel taliplerimi engellememesi için ve yanlış anlamaları kökünden silmek için açık seçik yazıyorum; Bekarım. Dişilerden, yok olmadı dişi deyince çok kıro durdu..Hem başka yerlere de çekerler benim bazı "daha az insan" arkadaşlarım, Hanımlardan hoşlanıyorum. Evlenmeyi hiç düşünmüyorum. Afedersiniz, kabalığımı çok mazur görün, kuvvetle ifade için bu kaba tabiri kullanıyorum; a^^ budalası da değilim. İnsanı bacakarasına indirgemeyin.

Parantez açalım hoşlanma konusuna.. İlişki ölçeğine göre 1 bir kızı güzel bulabilirsin 2 zarif-hoş bulabilirsin 3 bakabilirsin 4 beğenebilirsin 5&6 hoşlanabilirsin-tanışabilirsin- 7 tanıştıktan sonrası artık çift taraflı bir şeyler başlamışsa 8 sevebilirsin-aşık olabilirsin(ikisinin aynı şey olduğunu düşünmüyorum) 7. maddede tek taraflıysa işler, 8 selam verin, en iyi dileklerinizi samimiyetle sunup arkanızı dönün, yeni bir yöne yürüyün-efendi olun.

Neyse, bugünlük yazı kotamı bu felsefi ve kişisel etek taşlarımı dökmecelerimle, stres atmalarımla doldurayım. Zaten karnım açıktı, ben bi yemek yiyim. Hepinizi bir sevgi insanı olarak kucaklıyorum arkadaşlar!

Not: 6. madde beraber çay ya da kahve içilen maddedir. Zaten o ilk fincandan sonra işin rengi belli olur. Şimdiki zamanda işler daha farklı yürüyor ama biz son dinozorlar için durum bu. Her şeyin bir raconu var abisi.

Deneme yazılarımdan bir kitap derlesem? Türk edebiyatına ve Felsefesine katkım olsun icabında.

DENEME VE İSYAN ARASI ORTAYA KARIŞIK

OLACAĞI VARSA OLUR BENİ KIZDIRMAYIN LAN

******

Yaşam hasatlayan, Smir (3)

Romulion çağrı büyüsüne cevap verdiğinde Smir'in korkunç suratına kocaman bir sırıtış yayıldı. İşte Rom buradaydı ve üstelik hissettiği cevabın ezgisine bakılırsa iyi durumdaydı.

Romulion iblis evcillerini "gölgeler boyutu" olarak anılan güvenli bölgeye dinlenmeye gönderdikten sonra ulaşım büyüsüne başladı. Büyülü sözcükleri emirle söyledi ve Smir'e bir talep gönderdi. Smir'in Şatosu'nun içi bir yana, birkaç fersah yakını bile ondan izin almadan ulaşım büyüleri yapılmasına imkan olmayan bir alandı. Smir'in kendi sabit korumaları ve Şato'nun kendi temel korumaları çok geniş bir alanda büyülü bir güvenlik çemberi kuruyordu.

Smir'in talebi hemen kabul edildi ve yol gösterici büyülü semboller ile Romulion'un ulaşım büyüsü tam Smir'in onu beklediği yere yönlendi.

"Çilekeş Romulion! Rom!" diyerek neşe ve heyecanla karşıladı Smir!
"Selam sana, Usta," diye gülümseyerek karşıladı Rom. Smir'i sanki asırlardır görmemiş gibi hissediyordu. Bıçağın iki yüzü de keskindi. Hem Smir yönünden hem de Rom yönünden bu aslında doğruydu. O kadar uzun zaman olmuştu ki...

İki gölgeörücü sıkıca kucaklaştılar. Bu gölgeörücüler, hatta usta-çırak olanlar, için bile son derece alışılmadık bir tabloydu. Bir gölgeörücünün çırağı olmak bazen çırağın hayatına mal olurdu. Bazen de ustanın hayatına. Bu lanetli bir birliktelik idi.

"Seni görmeyeli uzun zaman oldu Rom. Ulaşma çabalarım hep sanki yokmuşsun gibi boşa çıktı. Hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Nerelerdeydin?!

Rom gülümsedi. Bu sahneyi birkaç kez daha yaşamıştı. Sıradaki soruları da tahmin edebiliyordu.
"Unuttum, Usta."
Smir şaka mı yapıyor yoksa söylemek istemiyor mu diye Rom'a baktı ama yüzünde samimiyeti gördü. Ciddi ve biraz da huzur-hüzün karışımı, hem rahatlamış hem de yaşlanmış bir ifadeyle bakıyordu Rom.

Smir onun gerçekten unuttuğunu anlamıştı.
"Hatırlamayı denedin mi?" diye merakla ve ne düşüneceğinden emin olamaz biçimde sordu.
"Elbette. Unutmanın bir bakıma daha iyisi olduğunu içimde hissettiğim halde hatırlamayı denedim. Ama başaramadım. Büyüyü de denedim."
"Başkalarından yardım almayı denedin mi?" diye sordu Smir.
Rom gülümsedi. Açıkça geliyordu teklif.
"Dostlarımdan bazıları denedi. Ama aldıkları cevap.. Pek beklemedikleri bir şeymiş gibi hissettim. Pek konuşmaya gönüllü değillerdi.. Ben de sormadım. Ortak bir noktada buluştuk. Artık böyle iyiyim, Usta."
"Yine de, istersen bir denemek isterim, Rom?" diye sordu Smir.
"Elbette. Hiç sorun değil. Yalnız dikkatli ol. Bazı arkadaşlarım zorladılar ve biraz acılı biçimde başarısız oldular."
"Acı bizim için hiç sorun olmadı Çilekeş çırağım," diyerek güldü Smir. Dosta güven, düşmana dehşet verecek bir kahkaha izledi bu sözleri.
Rom başını sallayarak güldü.

Smir ellerini Rom'un başına yerleştirerek bir kez daha denedi. İlk başarısız denemenin ardından bu defa temasla güçlendiriyordu büyüyü.

Smir kavgayı görebiliyordu. Rom ve yanındaki kalabalık arkadaş gurubu derin yeraltı denizlerindeki bir adadaydı. Cüce paladin Althar ve kardeşleri akıncı Bolthar ile silahşör Hunthar, insan paladinler Bulutz, Lokka ve Karlitta, gölgeörücü Eris, büyücü Cens, bir holen olan suikatçi-hırsız Jakk Perfekto Triksturm, ünlü bir cüce savaş rahibi olan Berd Sarhoşsakal, Lin Yeşilpınar adında bir eld druid... Eski, kocaman bir tabyanın kocaman koridorlarında korkunç bir savaş vardı. Uğursuz, kirli ruhların ve ölülerin ayaklanıp iblislerle birlikte karşılarına çıktığı bir kavgadaydılar.

Yollarının sonunda istediklerini almaya çok yaklaşmıştılar ama gurup gücünün sonuna dayanmıştı. Tam o anda, o geldi. Bir "gazap efendisi" güçlü bir büyülü tuzağın parçası olarak çalışan geçit yarığından önlerine atlamak üzere hareketleniyordu. Bir gazap efendisi gurubun gücü tazeyken bile tek başına onu zorlayacak bir büyük bela demekti, şimdi ise felaketleriydi. Rom hiç düşünmeden, arkadaşlarının önüne atladı ve gazap efendisi daha geçitten yarı geçmişken onunla çarpıştı. Ne yaptığını o kısacık anda kimse anlayamamıştı ama Rom bir an içinde geçidin diğer yanındaydı ve Gazap Efendisi de o yana geri çekiliyordu.

Arkadaşları Rom'un arkasından bağırırken ve gurubun yarısı yaralı bir cüceyi zar zor zaptedip peşinden sürüklenirken Rom cüce silah arkadaşına fısıldıyordu. Smir sesi duymadı ama dudakları okuyabiliyordu. "Onu tutacağım. Benim için bir ara geri dön, Althar. Ama şimdi, GİT LANET OLASI CÜCE!!!"

Sonrasında geçit yarığı kapanıyor ve Romulion ile gazap efendisi gözden kayboluyordu. Smir bu noktadan ileri gidemedi. Orada hep karanlık vardı.

Sessiz, ılık ve yalnızdı karanlık... Karanlığın böyle olmaması gerekiyordu!! Burada kocaman bir terslik vardı. Smir çok zorladı. Yakın zamanda kendini bu kadar zorladığı bir yer daha olmamıştı. Yaralanmış ve çetin bir kavga vermiş olsa bile geçen günkü büyük dehşetkanatlar kavgası bile onu bu kadar zorlamamıştı.

Bütün bu zorlanmanın içinden bir anda aydınlık; Gözü acıtan ve insanı kör eden bir aydınlık, içine düştü. Sonra da içine dolan koca bir korkuyla beraber süratle bütün o geldiği yolu karanlığın içinden geriye sürüldü. Smir, Rom'un zihninden geri atıldı. Hem de başdöndürücü bir hız ve güçle.

Smir ayakta sarsıldı ve sendeledi. Rom'un şakaklarına dokunan parmak uçları gümüş alevlerle yanıyordu... Kutsal akateşti bu...

"Sen ne b...ka bulaştın böyle Rom?" diye farkında olmadan seslice sordu Smir. Parmaklarında yanan gümüş alevler ve Rom'un zihninden kalmış acılı hatıralar içinde geçmişten kalmış kendi hayaletlerini diriltiyordu.

Rom güldü.
"Hatırlamıyorum. Unuttum, Usta," diyerek biraz rahatsız, biraz mutlu güldü gölgeörücü.

Smir ve Rom birkaç dakika bir şeyler içip soluklanırken konuyu dağıttılar.
"Saçların iyice beyazlamış Rom."
"Sen de iyice deri değiştirmişsin, hem seni biraz daha kambur gördüm Usta," diye takıldı Rom. İkisi de bedeller ödüyor ve nişanlar taşıyordu. Bu gölgeörücüler arasında iyi niyetlerin söylendiği dostça bir konuşmaya en yakın şeydi.

İkisi de kahkahalarla güldüler.

İçtiler ve beraberce eski günlerden konuştular. Beraberce geçirdikleri ve eğlendikleri günleri hatırladılar. Smir, Rom'a yeni goleminden söz etti ve onu Kael ile tanıştırdı. Rom tarifsiz etkilenmişti.
"Dörtlü'yü gönderdikten sonra yerine bir şey koyacağını biliyordum usta ama Kael eşsiz bir yaratım. Gözleri, gözleri... İnanılmaz. Bunu nasıl başardın Usta!?"
"Hepimizin sırları var Rom. Bazılarının zamanı var, bazıları bizimle yok olup gidecek."
"Bu zamanı olanlardan olsa iyi olur, Usta," diyerek güldü Rom. Smir de onunla güldü.

Romulion da ona geçit büyüleri üzerinde yaptığı araştırmalardan ve arayışlarından söz etti. Geçitler şu son dönemde, yani hatırlayabildiği son dönemde, vaktinin çoğunu alan bir arayış olmuştu. Rom diğer diyarlarla kopan bağın bir şekilde yeniden kurulabilmesi için uğraş veren Demir Cemiyetiyle bağlantılıydı. Üyesi olduğu savaş gurubu Demir Cemiyeti adına görevlere çıkan bir kahraman gurubuydu.

Konuşmaları bir süre daha oradan ve buradan devam etti. Sonra sessizlik daha çok öne çıkmaya ve ikisinin de düşünceleri derinleşmeye başladı. Uzun zamandan sonra konuşmuş, iki dost ve usta-çırak olarak hasret gidermiştiler. Birbirlerini yeniden tartmış ve yeniden değerlendirmiştiler. Yani yapılması gereken bütün ön çalışma yapılmıştı.

Bu ikisi önemli ve gerekli bir durum olmadan pek biraraya gelmezdi. Aralarında güçlü bir dostluk vardı ama zaman içinde, ikisi de güçte yükseldikçe, bir şekilde bir mesafe de ellerinde olmadan oluşmaya başlamıştı. İkisi de bazen buna tam anlam veremese de ikisi de bunu kendi yabaniliğine veriyordu.

"Peki Usta, hoşbeşi tamamladık. Güldük, eski günleri andık. Yenilerden haberleştik. Şimdi tükür içindekini," diyerek kendisine takıldığı üslupla Ustasına takıldı Rom.

Smir koca bir kahkaha attı. Neşeli ve aynı anda da gergin bir kahkahaydı bu.

"İyi bir öğrenciydin Rom. Sen en iyi çırağımdın."
"Elbette. Farkındayım. Diğer ikisini öldürdüğünü söylediğinde en iyisi olmaktan başka çarem kalmadığını anlamıştım," diye gülerek açıkladı Rom. Gerçekten de öyleydi.

"Öyle değildi bir kere. Yapma Rom. Onları beni öldürmeyi beceremedikleri için öldürdüm. Aslında, hayır. Bunun için değil. Ahmak oldukları ve benim zamanımı boşa harcadıkları için öldürdüm. Daha bir iki güçlü büyüyü yapabilmeyi öğrendikleri anda beni öldürebileceklerine inanacak kadar ahmaktılar. Kendime çok kızdım. Bu yüzden onları öldürdüm."
"Kendi ahmaklığına kızıp çıraklarını öldürdüğünü söylüyorsun. İnsanın kusurlarını görüp itiraf edebilmesi büyük bir olgunluk. Ustam olduğun için hep gurur duydum, Smir."
"Bana tatlı tatlı hakaret ediyorsun, Rom," diye sitemle kızdı Smir.

Bir kez daha dost kahkahalarla güldüler..

"Tükürme zamanı ne yazık ki geliyor Rom. Gece bir yerde bitmek zorunda ve sabah gelmeden ben bu konuşmayı bitirmek istiyorum. Bir randevum var ve yola çıkmadan önce halletmem gereken işler var. Seninle konuşup halletmemiz gerek işler var. Senden iyilikler isteyeceğim, sevgili Çırağım, arkadaşım Çilekeş Romulion."

Bunu öyler ciddi ve içten söylemişti ki Rom'un ağzından hiç düşünmeden ve samimice çıktı cevap.
"Elbette, Smir Usta. Elimden gelen her şeyi yaparım."
"Büyük sözler verme Rom."
"Kişi, sonunda, sadece elinden geleni yapabilir, Usta. Bundan ötesini zaten yapamayız. Seni dinliyorum."

Smir gülümsedi. Çırak dese de Çırak artık çırak değildi. Kendiyle gurur duymadan edemedi. Romulion da bir Usta olmuştu.
"Al bu emaneti Rom. Bunu açıp okuman gereken bir zaman var. Yakında gelecek o zaman. Geldiğinde büyük bir şey olacak ve sen o anda anlayacaksın. Çok ama çok yakında. Bunu bilmeni istiyorum," diye konuşuyordu Smir. Elindeki mühürlü bir zarfı Romulion'a uzatıyordu.

"Nedir bu Usta?" diye sordu Rom.
"Mirasım, diyebilirim sanırım," diye kısaca söyledi Smir.
"Ölmeyi mi planlıyorsun Usta?" diye kızgınca sordu Rom.
"Saçmalama Rom. Bu sadece gelen zor günlerde aklımı biraz daha ferahlatmak için aldığım bir önlem. Gelen günler çok zorlu olacak Rom. Bunu sen de iliklerinde duyuyor olmalısın, buna hazırlanmalısın. Bir şey geliyor hem de sessizliğin arkasından gümbür gümbür geliyor. Değişim geliyor..."

Rom Başını salladı. O da diğer Büyükustalar gibi bir tekinsizliğin büyünün bütün katmanlarında dalgalandığını hissediyordu. Güç, büyük bir dalgalanmaya hazırlanıyordu.

"Kızıl Mızrak Şatosu'nun Efendiliğini sana bırakıyorum Rom. Bana bir şey olursa ve Şato Efendisiz kalırsa, Kael'in sana ulaşması için gerekli düzenlemeleri yaptım. Sana ayrıntıları o taktirde anlatacak." Smir geri çevrilme şansı bırakmadan bir görev gibi söylemişti bu vasiyetini.

Romulion bu konudan pek memnun değildi. Bu Şato'nun Efendisi olmanın tarihini ve anlamını biliyordu. Onyedi yıllık karanlık ve hatırlanmayan bir boşluğun üzerine bu birden çok ağır gelmişti.

"Sen onlara benden çok daha iyi bir Efendi olursun, Rom."
"Ben bunu istemiyorum."
"Ne istiyorsun?"
"Bilmiyorum."
"Ben ne istediğini biliyorum. Sen bağışlanma istiyorsun Rom. Ama ilk önce sen kendini bağışlamadan asla bu isteğine kavuşamayacaksın. Bunu derinlerde, içinde, sen de çok iyi biliyorsun. Ama yılların laneti içinde yıllarla birlikte; seninle birlikte büyüyor. Bu o kadar kolay değil. Biliyorum. Kendini bağışlamalısın Rom. Bunu iyi düşün. Yıllar önce yaptığını düşündüğün hata hata bile değildi; günah olduğunu düşündüğün şey günah değildi."

"Sonunda senin için her şeyin çözüldüğü an bu karar anı olacak; Kendini bağışlayacak mısın yoksa içindeki karanlığa köle olmaya devam mı edeceksin," diye konuştu Smir.

"Sen kendini bağışlamadığın için mi bu haldesin Usta? Birbirimizden pek o kadar farklı değiliz," diyerek konuştu Rom. Smir'in de yıllardır üzerinde taşıdığı yükler vardı.

Smir doğuştan kötü değildi. Kötü olarak anılması için yeterince cinayeti, neden olduğu felaketleri vardı geçmişinde. Kimileri ona canavar bile diyebilirdi. Smir bir kez savaş meydanına çıktığında oradaki tezahürler ile çok daha karanlık ve batık bir kişi oluyordu.

Smir durdu ve gülümsedi. Daros adında aptal bir gencin sözlerini düşündü. Gerçek kimin ağzından çıkarsa çıksın gerçekti. Bu, bu kadar basitti.

"Farklıyız Rom. Ben bağışlanma değil ceza arıyorum. Ve bu yüzden sen benden daha iyi bir efendi olacaksın. Kendini zorlama Rom. Sen bunun için doğmuşsun. Kolayca başaracaksın. Hem daha vakit var, yakınlarda büyük ihtimalle ölmeyeceğim," diyerek Rom'un acı çekmesinden zevk alan kocaman bir kahkahayla güldü Smir.

Rom, o anda, Ustasının başına ördüğü bu çorap yüzünden hiç ama hiç mutlu değildi. Ve Smir de yakınlarda ölmeyeceğini hissettiği için çok karışık duyguların girdabındaydı.

"Bizler güçlendikçe lanetimiz de büyür. Gölgebüyüsünün ilk kuralı budur Rom. Gücümüz lanetimizdir. Bizi izler, açığımızı kollar. En sadık yoldaşımız, eğer onun üzerinde tam bir irade ile hakim değilsek, en çok ihtiyaç duydyğumuz anda bizi sırtımızdan vurur. Bizi ele geçirir. Acımız ve korkularımız; İçimizdeki şeytanlarımız, bizi ele geçirir."

"Bu uzun bir yol Rom. Yaşam bazen güneşli bir gün, bazen de yağmurlu."

"Bu uzun yolda ben, uzun zamandır yağmur altında gidiyorum. Hep böyle değildi. Güneşli günler gördüm. Evet, hem de ne güneş... Belki de karanlığı bu kadar derinleştiren biraz da bu; Güneşli bir günün ne demek olduğunu çok iyi bilmek.. Ve ondan sürgün edilmek ise bir cehennem. Bu cehennemden çıkmak için kişinin göze almayacağı risk var mı? Bilmiyorum, cevap vermek istemiyorum."

Smir'in aklı gölgelere bulanmıştı ve şimdi yılların kargaşası gelgitlerle ortaya dökülüyordu. Smir dalgınca ve sakin bir tutkuyla oradan oraya savrulup içini döküyordu.

"Ben bu uzun yolda bir şey kaybettim Romulion. Güçte yükselirken bir şeyler kaybettim. Yoksa güçte derinlere batarken mi demeliydim..."

"Yaşlı Cuthrhun Üstad'ın dediği gibi belki de... Güç seni içten çökertiyor, asıl olan ruh belki de... "

"En iyi çabalarım, en büyük umutlarım boşa çıktı. En sevdiklerim beni yarı yolda bıraktı. Bir ömür verdiklerim bana sırt çevirdi. Mücadelemi anlamadılar, kavgamı paylaşmadılar."

"Yalnızlık derin ve soğuktu. Öfke vardı. Ne kadar çabalarsam çabalayayım hep reddedildim, hep bozguna uğradım."

"Karanlık beni sardı. Hiç ışık yoktu. Ben onlar için savaşırken uğrunda savaştıklarım beni görmedi, yüzünü öte yana çevirdi. Terk edilmişlik, yüz çevrilmişlik, reddedilmişlik.. Sonu olmayan karanlık bir denizde hiç bir yere varmadan boşa kürek çekmek... Ve derin bir kanayan yalnızlık yarası.. Öfke nefrete yanarken içim nasıl kükredi bilemezsin. Dönüm noktası buydu."

"Unutma, düşmanlarımız arkamızda bıraktıklarımızdan beslenip büyür. Ben arkada bırakıldım Rom. Hissettiğim şey varolşumun her zerresiyle buydu. Yalnızlık. Yine de uzun süre ışıktan yüz çevirmedim. Sadece, ışık için çarpışırken ışığın erdemlerine sahip olmak gerekmediğine hüküm verdim. Yeni bir yol seçtim."

"Bozulma kaçınılmazdı."

"Yol uzundu, yol derinlerden geçiyordu. Yol karanlıktı, Rom. Yol yalnızdı. Bozulma çok kolaydı..."

"Açlık, çok büyüktü," diye neredeyse acıyla inleyerek, çaresizçe söyledi Smir'in sesi.. "..İhtiyaç çok büyüktü. İrademe yenildim belki de.. Belki de, belki de demek yanlış. Tutunmaktan vazgeçtim.. belki de.. Belki de son gücüm bitti, bu kadardı...Teslim oldum galiba. O dönüm noktasında. Teslim mi oldum? Belki de kendimi bilerek mi bıraktım? Bilemiyorum ki... Nasıldı? O lanet, o şefkatli, o en büyük fahişeye; kendine acımanı sağlayıp seni sevgiyle kucaklarken, boğazına dişlerini geçirip bütün zehrini içine boşaltan, bağımlılık yapan o kendi iç pisliğime, teslim oldum..."

"Kişiler yitebilir Rom, kişiler zayıftır. Kişiler mükemmellikten çok uzaktır. Fikirler yitmez, fikirler ölmez. Kişilere değil, savundukları fikirlere sarıl, hem de sonuna dek."

"Karanlığa, kedere, umutsuzluğa, yalnızlığa, öfkeye ve en sonunda da yolun gittiği yerde kaçınılmaz biçimde; Nefrete, teslim oldum."

"Bu teslimiyetten geriye sadece hayatı kucaklayabildiğim hastalıklı, kırık, batık anlar kaldı. Sefil zevklerin, aşırı heyecanların, dinmeyen arzuların, şehvetli çığlıkların girdabında kan ve ölümle yoğrulan bir çarpık varoluş... Bana kalan bu."

"Sanırım dönüştüğüm şey bu. Ya da hala dönüşüyorum.. Kirli Smir, Pislik Smir, Dönek Smir, Batık Smir, Düşmüş Smir..."

Odadaki karanlık katı bir gerçeklik gibi hissedilir seviyedeydi. Smir'in içindeki zehir sözcük olup havaya saçılırken Romulion bu zehiri nefesle içine çekip Ustasıyla paylaşıyordu. Keşke daha fazlasını yapabilseydi.

"Yalnızlık sonsuz değil, Usta," diye fakında olmadan hissizce konuşmaya başladı Romulion. Konuştukça bir şeyler hatırlıyor ve farkında olmadan gülümsemeye başlıyordu.

"Hepimiz ölümde biriz," dedi Romulion'un kudretli bir hüküm gibi çıkan yumuşak ve şefkatli sesi.

Bu söz tek başına Smir'in dikkatini çekmişti. Bu söz eski bir öğretiydi. Bugünlerde Tanrıların Tanrısı Rhim'in öğretilerini yayan çok fazla takipçisi yoktu ama sözleri hala doğruydu.

Smir durdu ve düşündü. Rom; Çırağı ve ailesinden bir parça olarak gördüğü arkadaşıyla yolları nasıl da kesişmişti..

Şimdi buradan bakınca bazı şeyler başka açıdan daha farklı ve açıkça görülüyordu. Yolları kesişmişti. Varacakları yer aynıydı ama izledikleri rota farklıydı. Bunun açıklığını görmeleri ne kadar da zor olmuş, ne kadar da zaman almıştı.

Smir şimdi görebiliyordu. Biri giderken diğeri geliyordu. Aynı yolda aynı patikayı paylaşıyordular.

"Yol bir ve tek. Ölümde buluşacağız. Ölümde hepimiz biriz, Usta" dedi Rom.

"Senin geldiğin yere gidiyorum. Sen de benim geldiğim yere, Çırak," diye farkında olmadan yanıt verdi Smir.

Kader çok ilginçti.

"Kaderin askerleriyiz biz, Smir Usta. Sonuna kadar bu yolda yürümek bizim varoluş sebebimiz. Pişmanlığa yer yok."

Smir gülümsedi. Ayağa kalktı. Rom da onunla yüzleşti.

Dostça kucaklaştılar. Üzerlerine acı ve kederle beraber bir huzur da çökmüştü.

"Artık git Rom. Bir daha bu şekilde görüşebileceğimizi sanmıyorum. Eski öğrencim, en iyi Çırağım. Görüşsek bile bu çok farklı zeminlerde olacak kanaatindeyim artık. Bundan kaçınmaya çalışacağım. Sen de kaçın Rom..." dedi ve şakayla karışık, gülümseyerek ekledi Smir, "...kendi iyiliğin için..."

Rom gülümsemedi. Yüzünde acı ve hüzün vardı. Anlıyordu ama anlamak acıyı azaltmıyordu.

"Babam gibiydin," dedi Romulion. Sesi neredeyse ağlamaklıydı. Teşekkür ve koca bir sevgi vardı seste.

Smir içinde kocaman bir şeyin alev gibi parlayıp onu tatlı tatlı acıyla boğduğunu duydu. Gözünden iki kan damlasının yaş olup akmasını engelleyemedi, engellemedi.
"Sen de oğlum gibiydin."

Farkında olmadan bir kez daha kucaklaştılar. Bu defa baba-oğul gibiydi kucaklaşmaları... Derin nefeslerle sımsıkı kucaklaştılar.

Rom ayrılmak için Smir'den birkaç adım uzaklaştı. Kendini bu Şato'dan götürecek büyüyü tetiklerken son veda sözcüklerini söyledi. Gözünün önünde yarı iblis gibi görünen Smir bir anda sanki ışıldayıp değişiyor gibi gelmişti ona. Bir an için orada yıllar önceki Smir vardı sanki. Smir olmayan Smir. Bir dinadamı cüppesi içindeki, aydınlık yüzlü bir kişiydi bu hayal...
"Hoşçakal, Vrimos Ragos Interia," diyerek daha önce duymadığı ve bilmediği ama şimdi bildiği isimle konuşmuştu sözcükleri.

Smir çok şaşırmamıştı her nedense.
"Hoşçakal, Çilekeş Romulion. Benim adımlarımı izleme, evlat."

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Romulion gittikten sonra Smir bir süre kendine zaman verdi. Bu olmasını düşündüğünden biraz daha farklı geçen bir buluşma olmuştu. Kafasını toparlamak ve kendisini süratle hazırlamak için yalnızlığa ihtiyaç duymuştu.

Smir o günün akşamında yoğun bir iç hazırlıktan sonra kendini istediği seviyeye getirmişti. Son bilgiler de ajanları-casusları tarafından ona ulaştırılmıştı. Artık beklemenin gereği yoktu. Her şey çoktan hareket halindeydi. Bugünlerde hepsi dersler alıyordu ve ders alma sırası Armellion'daydı. Hem de iyi bir ders.

Smir derin bir nefesle iç geçirdi. Böyle olmak zorundaydı. Buna inanıyordu. Ama bunun için, içinin kırılmasına da engel olamıyordu. Bir yanı intikam için yanıp coşkuyla gülerken bir yanı kaderin onu getirdiği bu noktada yapması gereken bütün acı seçimlere ve alması gereken bütün sorumluluklara lanet ediyordu.

Efendi kendi Şato halkını topladığında bu durum kesinlikle çok resmi ve soğuk bir karşılaşma yaratmıştı. Biber'in ve Günbatımı'nın duruşları kadar Kael'in ilave savaş donanımlarını kuşanmış olması ve iskelet büyücülerin koca bir tabur halinde büyük salonda toplanması da işin cabasıydı.

Konuşması Şeker, Baharat ve Günışığı'na kısaca bir bakış attıktan sonra çok resmi ve çok kısa olmuştu.

"Bugün, Kızıl Şato Sakinleri için önemli günlerden birisi. Sizi karanlıkta bırakmayacağım. Geri dönmeyi planlıyorum. Ama bir yandan da dönemeyeceğimi düşünerek gerekli düzenlemeleri yaptım. Bunun anlamını hepiniz biliyorsunuz. Sizi yüzüstü bırakmadım, bırakmayacağım. Siz ailemsiniz. Ben olmadan belki daha bile iyi olacaksınız."

O bu son sözleri söylerken Şeker irkilerek derin bir nefes yutmuştu. Baharat'ın gözleri kontrol ettiği yaşlarla parıldamaya başlıyordu. Smir ciddi konuşuyordu. Çok ciddi. Bu sıradan tehlikeli durumlardan değildi. Baia zaten şok olmuş durumdaydı.

"Geri gelmeyi planlıyorum. Gelemezsem, Efendi Romulion'a bir vasiyetim var. Şato'nun Ruhu da bilgilendirildi. Yeni Efendi, Üstat Romulion olacak. Sizler de azad olacaksınız. Çıktığım yol büyük bir değişim getirecek. Başarıda ya da başarısızlıkta bu durum aynı kalacak. Şato, değişecek. Hayatlarımız değişecek. Sizlere bunu söylemek istedim. Ve tekrar görüşene dek hoşçakalın demek istedim."
"Hoşçakalın, canlarım," diyerek, cevap beklemeden, rünlerle ışıldayan bulut-disk bineğinin üzerinde süratle harekete geçti ve arkasında iskelet ejderlere binmiş iskelet büyücülerle devasa salondan ayrıldı, Smir.

Arkasından ağlayan Şeker'in gözyaşları hıçkırıklarıyla karışıyordu. Günbatımı Şeker'i teselli etmeye çalışırken Kael yanında beliren Karanlık ile Şato'nun dışına kanat açıyordu. Şato gergin ve gölgeli bir bekleyişin girdabında sessizce süzülmeye başlamıştı.

Dışarıda kraterin içinden yükselen uğultulu şarkıların tonu değişmiş ve yüksek perdeden, daha önce bu duvarların sadece birkaç kez duyduğu bir ezgiyi söylemeye koyulmuştu. Kraterin şarkısı kilometrelerce uzaktan bile kulağa gelecek kadar şiddetle uğulduyor ve duyanların iliklerini donduruyordu.

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Mirantis şehri, Armellion ülkesi sayılan Mil Armon bölgesinin uzağında kalan bir şehirdi. Bununla beraber bu toprak neredeyse onbinlerce yıldır Armellion'un kutsal şehirlerinden biriydi.

Eskiden yaşanmış bir büyük savaşta, tanrıların avatarları bu şehir için savaşmıştı ve bu topraklarda karanlık ile ışığın pek eşsiz, destansı karşılaşmalarından biri yaşanmıştı. Bu topraklarda onlarca iyi tanrı avatarının kanı, iblis askerlerin ve iblis tanrıların avatarlarının kanıyla karışmıştı.

Zafer ışığın olmuştu. Armellion Tarikatının Tanrısı; Armel, bu savaşta kahramanlığı ve fedakarlığıyla çok öne çıkan bir isim olmuştu. Tanrının inananları, destansı bir mücadele sonunda neredeyse tek bir şövalye geri kalmayana dek şehit düşmüştü. Bu topraklar o günden sonra Armellion ermişleri ve dinadamları için kutsallaşmış ve bir Hac Yeri halini almıştı.

Bu şehir, Avrin kıtasının merkezinin biraz kuzeyindeydi. Merkezi ve korunaklı bir konumda olmasının etkisiyle, pek öyle geniş ordulara sahip bir yerleşim değildi. Lakin sahip olduğu fiziki ve büyülü savunmalar yabana atılacak cinsten sayılmazdı. Çevresinde bir havagemisi filosu ve bir şeref ordusu yanında, sürekli burada eğitimde ve hac görevinde bulunana Armellionlu şövalyeler-dinadamları-ermişler bulunurdu.

Mirantis için şu anda bu koruma pek bir şey ifade etmiyordu. Orduların saldırısına çok hazır olan bu şehir, sinsi bir akın ile vurulduğunda, savunmasının ağında minicik bir yarık kolayca açılmıştı. Bu yarık, Smir'in "karanlık kayanyıldız" binek büyüsünün geçebileceği kadar genişti.

Neredeyse bir at arabasını rahatça içine alacak büyüklükteki "karanlıkküresi", mor ışıltılı kuyruğu arkasında yanarak, süratle içeriye dalmış ve şehir korumalarından sıyrılıp sokaklar seviyesine inmişti. Küre, orada gözden kaybolmuş ve şehir içinde büyük bir karışıklığın işareti olmuştu bu.

Şehirde bir "karaölüm nöbetçisi" (en güçlü ve belalı zombileri yaratan zorlu büyülerden bir tanesi, zombiler canlı hallerine yakın beceride büyü ve silah kullanabilir. Öldürdükleri, dakikası dolmadan onlar gibi olur. Tenleri-kılıkları simsiyah ve gözleri soğuk mavi ışıltılıdır) salgınının başlaması, iskelet büyücülerden yarım düzinesinin ortaya çıkıp iskelet bölükleri çağırmaya başlaması, göz açıp kapayana kadar olmuştu. Şehir, bir kuşatmaya haftalarca yani yardım gelene kadar, çok rahatça dayanabilirdi.. Ama içeriye sızan seçkin bir birliğin şehre ne gibi zararlar vereceğini tahmin etmek savunucu her komutanın kabusuydu.

Kabus burada esiyordu. İskelet büyücülerin süvariliğindeki İskelet Ejderhaların ilk hedefleri, geniş bir alana yayılmış Mirantis bölgesi köy ve kasabaları olduğu kadar havagemisi filosunun zayıf üyelerini de içeriyordu. Tarlalar, silolar, bahçeler ve insanların yoğun olduğu şehirlerin çevreleri ilk hedef seçilmişti. Smir savunucuların güçlerini bölmek ve zaman kazanmak için buraları vuruyordu.

Armellion kuvvetlerinin burada şok yaşadığını söylemek haksızlık olur. Armellion birlikleri uyanık ve disiplinliydi. Lakin şehre yapılan saldırının haricinde bunun yarısı kadar bir kuvvet de civardaki yerleşimlere dağılınca, komutanlar kendi güçlerini geniş bir alana yaymak zorunda kalmıştı.

Karada atlı ve buharlı süvari bölükleri süratle konumlanırken, havada da zırhlı grifonlar ve şahinatlar savaşa giriyordu. İskelet Ejderhalara ve iskelet grifonlara süvarilik eden büyücü iskelet lordların saldırısı savunucuları dışarıda fazlasyla meşgul ediyordu.

Şehrin içinde yönetim, sokaklarda patlayan ve dört bir yandan yangın gibi yayılan büyülü salgınla uğraşıyor ve gelmesi beklenen asıl saldırıya karşı, hedef noktayı korumak için son hazırlıklarını yapıyordu.

Evet, böyle bir saldırıyı, hatta bu kişiden geleceğini biliyordular. Şehirde bir kaç haftadır bulunan bir "misafirleri" vardı ve Smir bu "misafirle" ilgili olarak kısa sürede defalarca uyarıda bulunmuştu. Armellion bu uyarıları duymazdan gelmişti.

Gölgeörücü sokakları neredeyse tamamen kaosa bulamıştı. Bir süre için sokaklardaki bu karmaşa ve Katedrale akan kara zombi gurupları onu gereksiz küçük karşılaşmalardan uzak tutacaktı.

Smir dumandan bineğinin üzerinde giderken, etrafında dönen dokuz karanlık küre mor ışıltılarla yanıyordu. Bunlar silah kürelerdi. Zaman zaman Smir'in önüne atlayan Şövalye gurupları ve muhafızların üzerine mor ışıltılı siyah "gölgemızrakları" fırlatıyordular. Karanlık, korkutucu kükremeleri andıran seslerle uçuşan bu mızraklar, Katedrale yaklaştıkça daha da sıklıkla uçuşmaya ve karanlık bir senfoniyi söylemeye başladılar.

Smir'in evcilleri de artık sahnedeydi. Biber(sukubus), elinde kamçısı ve uzun ince kılıcıyla kana susamış bir zevkle, coşkuyla kesip biçiyordu. Şövalyelerden bazılarını büyüsüyle esir alıp arkadaşlarına saldırtıyor ve hatları karıştırıp kendi işini kolaylaştırıyordu.

Rahuul(kılıç iblisi), dört elindeki dört koca kılıçla, koca cüssesinden ve hantal görünüşünden beklenmeyecek bir hızda, danseder gibi dövüşüyordu. Etrafına, kopmuş kol-bacak-kellelerden ve uçuşan parçalanmış zırhlardan bir kasırga artığı kıyamet alanı seriyordu. Rahuul işini severek ve ciddiyetle, disiplinle yapıyordu.

Rullipin(imp ifritcik), hop orada hop burada, hoplayıp zıplayıp çatılara ve pencerelere konumlanarak, etrafa iyi nişanlanmış "ateştoplarını" yağdırıyordu. Toplu haldeki asker guruplarını uzun mesafeden seyreltip sadece seçkin birliklerin diğerlerine yaklaşmasına yardımcı oluyordu.

Alprocos(cehennem devi), Smir'in önünü açan yürüyüşüyle ön safları parçalayıp dağıtıyordu. Güçlü "ateş patlaması yumrukları" ve geniş alanlı "şok tekmeleri" ile yol açıyordu. Önünde tahkimatlar ve mevziler dağılıp havaya uçuyor-saçılıyordu.

Grimmarz(karanlık devi) efendisinin yanıbaşındaydı ve ona dokunabilecek kadar yaklaşanları karanlık zincirleri ile kendisine çekip hareketlerini kısıtlıyor, onların saldırılarını kendi üzerine esir alarak karanlık kürelerinin ve Smir'in işini kolaylaştırıyordu. Vuruşları düşmanlarının aklını karıştırıp saldırılarını zayıflatacak karanlık ve soğuk tılsımlarla yüklüydü, bedeninden karanlık fısıltılar, soğuk ve canlıların aklını karıştıran siyah dumanlar tütüyordu.

Smir'in katedrale iyice yaklaşınca havaya savurup serbest bıraktığı silah depolama kutuları yere düştüklerinde yeni savaşçılar da yükseliyordu. Bunlar Smir'in yarattığı ve sonradan kullanmak üzere depoladığı "bilimsel" golemlerdi. Çelikdevler. Dört metreye varan boyları ve çelikten bedenleri vardı. Bir deri bir kemik kalmış, ağızsız-burunsuz bir insanı andıran silüetleri ile bu canavarlar bastıkları yeri inleterek hemen öne atılmıştı. Kızl gözleri ateş gibi yanıyordu. Ellerinde pençeler ve omuzlarında ileriye dönük, fırlatılabilir çiviler vardı.

Katedrale yaklaşırken yan sokaklardan kara zombilerin ve iskelet bölüklerinin kalın safları da onlara katılmaya başlıyordu. Smir'in ordusu karanlık ve yıkıcı bir çığ gibi ilerlerken katedrale yaklaştıkça savunmalar da sertleşiyordu. Karaölüm nöbetçilerinin ve iskeletlerin üzerine kutsal büyüler yangınlar gibi yağıp onları akalevlere buluyordu.

Yine de bu saldırıların gelişi Smir'i sadece gülümsetti. Karaölüm nöbetçileri çok zor ölürdü ve ölene kadar düşman safları epey yorulacak, meşgul olacaktı. İskeletler de yayları ve büyüleri ile karşı saldırıda etkiliydi. Bunlar olurken, o bu esnada kendi yolunu kapıdan içeri doğru açacaktı.

Smir ilerideki kapıyı gördü. Önündeki barikatlara ve şövalye muhafızlara, rahiplere doğru golemlerini ve ölüleri gönderdi. Bu esnada dokuz küre, bu savunucuların arkasında yükselen, Katedralin ana yapısının büyük kapısına acımasız bir saldırıya başladı. İsabetli ve nokta kadar hassas saldırılar, kapının menteşelerini koruyan noktalara acımasız bir şarkıyı haykırarak yorulmayan, coşkulu bir seranata başladı.

Katedral ortadaki devasa ana yapıdan dışarıya uzayan sekiz kocaman ve uzun kanattan oluşuyordu. Tepeden bakınca binanın silüeti, Armellion'un sekiz oklu gümüş yıldızıydı. Smir ana binayı zorluyordu.

İskeletler ve kara zombi büyücüler yan kanatlardan gelen saldırılara cevap verirken safları zayıflıyor gibi görünse de aslında arkadan sürekli takviye alıyordular ve taze birliklerden bir dalga şu anda burada bulunanlardan daha kalabalık bir halde Katedrale yaklaşıyordu. Şehirdeki kaos Smir'in beklentisinin ötesinde başarılı olmuş ve şehir merkezi süratle düşmeye başlamıştı.

Sonunda menteşeler iyice zayıfladı ve Smir elinden güçlü bir köztopu büyüsü gönderdi. Kapı kocaman ve yüksek bir kapıydı. Zırhlı bir kale kapısından daha güçlüydü çünkü bu katedralin derinlerindeki mahsenlerde çok kıymetli hazineler ve tutsaklar muhafaza ediliyordu.

Köztopu kapıyı alt kenarından vurdu ve menteşeler ile sürgüleri parçalandı. Kapı havada savrulup Smir'e doğru uçtu. Gölgeörücü elinin bir küçük hareketi ile kapıyı yana savurup binanın kanatlarından sağdakine yönlendirdi. Kapının vurduğu yerde beş büyü kullanıcısı savaşdışı kalmıştı. Şans Smir'den yanaydı. Ya da bu becerikli bir hareketti...

Smir açılmış kapının gölgeli aralığına doğru yürüdü. Kapı eşiği toz ve moloz ile kaplıydı.

Smir adının haykırıldığını zihninin içinde kocaman duydu. Seslenişi de tanıdı. Kaşları çatıldı. İçinden öfke yükseldi. Ses gökten geliyordu.

Yukarıdaki bir grifonun üzerindeki bir savaş rahibiydi bu. Bir tanıdık. Smir onunla daha önce birkaç kez karşılaşmıştı.

Rahibin elinden koca bir enerji mızrağı gümüş bir parıltıyla parlayarak fırladı.

Smir'in üzerinde bir anda "acıkalkanı" oluştu. Akmızrak süratle uçtu ve yıkıcı darbesiyle acı kalkanına çarpıp Smir'i sarstı. Smir acıyı bir sevgiliyi kucaklar gibi bütün benliğiyle, kabul ile kucakladı.

Aynı anda, ayna efsunuyla darbe Piskopos Limasis'in de üzerine vuruyordu.

Eğer bu kadar dehşetli bir hızla ve sert bir dalışla grifonunu Smir'e çevirmemiş olsaydı, ya da yere bu kadar yaklaşmadan büyüsünü göndermiş olsaydı belki hayatta kalabilirdi. Ama bu Piskoposun günü değildi. Acıkalkanının vuruşu üzerine patladığında darbe grifonuna da sıçramıştı. Kontrolsüz biçimde yere doğru çakılmaya geçtiklerinde, belki gerek yoktu ama Smir saldırısını ihtiyaçtan ziyade nefretten gönderdi.

"Geber, Zehirlidilli Limasis!" Smir'in "gazapışığı" büyüsü piskoposu grifonuyla birlikte havada parçalarken gölgeörücünün tek pişmanlığı ona daha uzun ve acılı bir ölüm verecek fırsatı yakalayamamış olmasıydı.

Limasis şu son yirmi yıldır Armellion hiyerarşisindeki en bağnaz, en fanatik, en kibirli, en acımasız ve hoşgörüsüz dinadamlarından biriydi. Okullarda ders vermesi ve etkili bir vaiz olması yüzünden kendi zehri geniş kitlelere bir hastalık-bir yangın gibi bulaşmış ve yayılmıştı. Smir bu adamdan çok ama çok nefret ediyordu.

Parçalanmış ceset kalıntıları dökülüp yere saçılırken Smir bir daha arkasına bakmadan yürüyüp Katedral kapısından içeri gölge kuşar sürüsüyle birlikte yürüdü. Simsiyah ve bedensiz kuşlar canlıları hedef alan arayışları ve sadece element hasarından etkilenen dayanıklı doğalarıyla ilk savunma hattındaki şövalyeler için felaket oldular.

Kuşlar öldürürken ve ölürken Smir gözüne kestirdiği kilit noktalardaki büyü kullanıcıları ve silahşörleri "ölümün uzuneli" büyüsüyle kendine çekti! Silahşörler ve rahipler ayakları yerden kesilip karşı konulmaz bir hızla Smir'in çevresine çekilip atıldılar. Yere düşmeleriyle birlikte gölgeörücünün çevresindeki alan rengarenk yapışkan alevlerle bir fırına dönüştü. Hepsi tutuşmuş ve korkunç çığlıklarla ölümüne yanmaya başlamıştı. Acı çığlıkları korkunçtu!

Smir evcillerine emretti;
"Kapıda kalın. İşaretimi alana kadar tutun onları. Arkadan kimse gelmeyecek."
"Anlaşıldı, Smir. Kimse geçmeyecek," diye konuşan karanlık deviydi. Sesi çok uzaklardan gelen soğuk ve buz gibi, yabancı bir sesti. Yine de Smir'e güven veriyordu Grimmarz'ın sesi. Birlikte yıllardır yol yürüyordular, birlikte acı çekmiş, birlikte büyümüştüler. Öleceklerse birlikte ölecektiler. Karanlık devlerinin soğuk sadakati destansıydı.

Evcil iblisler kapıda koruma pozisyonu alırken ölüler ve iskeletler, içeriye sürülen öncü gurup haricinde, hep dışarıda pozisyon alıyordu. Hepsi kanatlardakileri meşgul etmek için diğer cephelere de yayılıp binayı işgale başlamıştı. Golemler Smir'leydi. Onlar içeri girecekti.

Ayaklarının dibinde hala ateşler yanarken Smir bir kaç büyü kullanıcısı ve silahşörü daha yanına çekti. Ama şimdi diğerleri hazırlıklıydı ve iyice siper alarak bu tür bir saldırıya karşı daha hazırlıklıydılar. Smir en kritik ve en korunaklı gördüğü noktalara doğru nişan alarak güçlü bir "asit topu saçılımı" büyüsü söyledi.

Asit toplarından bir rüzgar korunaklı siperle gibi yükselen mermer sütunlara ve duvar köşelerine vurdu. Balkon destekleri ve sütunlar şöktü, duvarlar delinip yıkıldı. Bölgesel küçük çöküntülerle bu koca giriş salonu yeniden ve Smir'in faydasına şekillendi.

Bu yeni haliyle salonda saklanacak yerler çok daha azalmıştı.

Smir hemen bir "zehir patlaması" büyüsü emretti. Bedeninden doğan bir zehir dalgası patlayıp vücudundan her yöne saçıldı. Yeşil ve sarı ışıltılı zerrecik patlamasının teması, duvarlardan sıçrayıp saklananlara bile kısmen ulaşması, çok yıkıcı olmuştu.

Gölgeörücü bu salonu yürüdü ve ilerledi. Sıradaki çok daha büyük bir salona yaklaşırken daha büyük büyülerini hazırladı. Canından fedakarlıkla bir büyü zinciri hazırladı ve içine zaman içinde öldüren sinsi büyülerden dört tanesini katıp bunu bir ışıma olacak şekilde ayarladı. Yanına yaklaşan herkes yakınlığı ölçüsünde her an daha çok hasar alacaktı.

Smir üzerinde acı kalkanı ile koca salona girerken golemleri de fırtınalı bir hızla içeriye hücum etmişti. Bu salonda çok daha az şövalye ama daha çok rahip ve silahşör vardı. Golemler ilk hedef olarak büyü kullanıcılara ve silahşörlere saldırıyordu. Omuzlarındaki diken misiller parçalayıcı korkunç bir hızla, vızır vızır uçuşup vınlayarak kan arıyordu. Dikenler, kan buluyordu.

Gölgeörücünün çevresinde siyah dumanlar yayan karanlık bir yumak oluşmuştu. Şeffaf karanlık yumağının çevresinde sayısız uzun ve ince kol bir krakenin kolları gibiydi. Yılan gibi dansediyordu kollar. Smir'in çevresindeki şövalyeler ona koştukça hepsi bir bir bu kollara yakalanıyor ve kollardan fışkıran iğneli vantuzlar etlerine kadar batıp kanlarını emmeye başlıyordu. Smir'e can akıyordu.

Kolların vuruşları duvarları yıkıp sütunları kıracak kadar güçlüydü. Terasların üzerindekiler bunu kısa sürede far ettiler ve yıkılan teraslardan yere düşmeden havada kollara yakalandıklarında şaşırmak için çok az vakitleri vardı. Kollar hiç beklenmedik yerlerden dolanıp hedeflerini buluyor ve onlar daha ne olduğunu anlayamadan sarmalayıp dikenlerini geçiriyordu. Kısa süre içinde salondaki büyücüler ve silahşörler bu acılı ve hızlı ölümün pençesinde yakalanmış, kurutuluyordu.

Smir'in vampir yanı bu salonda bir ziyafet çekiyor ve buraya saldırırken tükettiği gücünün-sağlığının bir kısmını geri kazanıyordu. Kolların emdiği kan Smir'in bedenindeki atmayan kalbine dolup dönüşüyor, gölgeörücüyü tazeliyordu.

Rahiplerin büyüleri zayıf değildi ama Smir savaş alanlarında bir kaç ömür geçirmişti. Bir şövalyenin, bir silahşörün, bir rahibin, bir paladinin ve diğerlerinin... Zayıflıklarını ve güçlerini biliyordu. Güçlerini kullandırmadan en hızlı biçimde onlarla nasıl başa çıkacağını biliyordu. Çok daha genç ve tecrübesizken bile doğru taktiklerle kendinden güçlü ve kalabalık düşmanları yenmişti. Bunlar Smir için sedece zaman kaybıydı.

Smir de zaten fazla zaman kaybetmedi. Büyük salonda işi çabuk bitmişti. Mihrabın yanındaki küçük kapıdan bir küçük koridora ulaştı. Buralarda yolunu biliyordu. Savaşrahibi Vrimos Ragos Interia, bu Katedrale hacı olmak için gelmişti.

Alt katlara giden gizli geçidin bulunduğu odanın önündeki büyülü koruma ve tuzakları aşması çok uzun sürmedi. Bunlara ve dahasına hazırlıklıydı. Kapıdan geçti ve yanındaki golemleriyle birlikte devasa yeraltı galerilerinin bulunduğu kraterler bölgesine doğru yumuşak eğimli tüneli yürüdü. Bütün bu katedral ve çevresindeki kütüphaneler, hastaneler, okullar, kışlalar, askeri tesisler eski savaştaki en sert çarpışmanın olduğu alanın üzerine inşa edilmişti.

Tünelin ucuna yanaştığında oradakileri görebiliyordu. Onu bekliyordular.

Yeraltı havzasının bir ucundaki bu kocaman teras misali bölge bir şehir meydanı kadar genişti. Yanlardaki benzer teras bölgelere ve çınıtılara uzayan yollar-köprüler ve merdivenler vardı. Bu havza kocaman bir kavşaktı ve yeraltındaki tüneller labirentinin göbeğindeydi. İşte bu alandaki her bir potansiyel mevzinin-kritik bölgenin üzerinde pozisyon almış okçular, silahşörler, şövalyeler, rahipler, büyü kullanıcıları ve az sayıda savaşçı golem vardı.

Asıl karşılama ekibi buradaydı. Onları görebiliyordu. Tam meydanın ortasında, karşısındaydılar. Beşli oradaydı. Smir eşikte durdu ve onların herbirinin gözlerinin taa içine tek tek baktı. Gülümsedi.

Piskopos Roschmors yüzündeki davetkar ve sabırsız gülümsemesiyle akbaba gibi duruyordu. Gerçekten de yaşlı ve yüzünde nurdan eser olmayan, itici görünüşlü sıska bir adamdı. Yanında bir şövalye lordu ve bir şövalye leydi, iki başrahip vardı. Bunlar Katedralin askeri ve ruhani olarak en büyükleri idi. Armellion şehrinin yüksek kademesi buradaydı.

"Size son bir kez sormak zorundayım," diyerek doğrudan konuya girdi Smir. Sıkıcı bir formalite olarak görse de bunu yapmak zorundaydı. Bazı kuralları yıkmayı çok sevse de Smir bazı yönlerden en kuralcılar kadar kuralcıydı. "...elinizdeki tutsağı bu şehirden daha güvenli ve uygun bir noktaya nakletmenizi tavsiye ediyorum. Tavsiye mi dikkate alacak mısınız?"

Armellion'un elindeki tutsak, Smir'in düşüncesine göre, bu konumdaki bir şehirde bulunması her yönden yanlış olan bir tutsaktı. O kadim iblislerden birinin yarı-çocuğuydu. İlk kanı taşıyanlardan biriydi. Onun adı Namuk idi. Bozucu Namuk. Fitne, fesat, kıskançlık, şehvet, yalan, hırsızlık, kibir... Namuk bozucuydu. O, bozardı. Yavaş yavaş, ama kesinlikle. Namuk sabırlıydı, namuk dayanıklıydı, namuk sinsiydi. Namuk çok güçlüydü. Gücü kişilerin, kitlelerin içine hissttirmeden nüfuz etmesinde ve hissettirmeden onları değiştirip bozmasındaydı.

Şövalye lordu güldü. Rahipler rahatsızlık ve öfkeyle, sabırsızca kıpırdandı. Leydi hem arkadaşlarına hem de Smir'e açık bir endişeyle bakıyordu. Smir biliyordu, Leydinin içinde fırtınalar esiyordu. Leydi burada yanlış şeyler olduğunun farkındaydı. Smir Leydinin kokusunu alıyordu.. Hmmmm, koku mis gibiydi. Onda dişiliğin ve el değmemişliğin kokusu vardı. Smir ve Leydi'nin gözleri çakıştı. Gölgeörücü gülümsedi. Leydinin bakışları sertleşip kılıçlar gibi keskinleşti. Smir dudaklarını yılan diliyle, şehvetle yaladı. Kader çok şakacıydı.

"Kapana girdin Pislik. Yolun sonuna geldin Kirli Smir. Dönek Smir. Hain Smir!!! Burada seni gömeceğiz," diye meydan okuyarak, kasıtlı olarak tahrik etmek için konuşuyordu Lord.

"Gölge ışıktan doğar. Şu halinize bakın. Kendi ışığınızla gözleriniz kör olmuş. Nasıl bir kibir denizinde yüzdüğünüzün farkında değilsiniz. Namuk'u burada tutabileceğinizi düşünmeniz bile ne kadar kibirli olduğunuzun kanıtı. Armel bile, onu esir almaktansa kaçmasına izin vermişti. Size tevazu dersi vermeye geldim."

Piskopos güldü. Yüzünde acımasız ve mutlu, sinsi bir gülümseme vardı.
"Seni bekliyorduk evladım. Tanrımız Armel'in eski bir takipçisinin buraya geri gelişi ne büyük bir mutluluk. Yaklaş, tanrımız bağışlayıcıdır. Seni bile sevgiyle kucaklaya..."

"Yeter!" diye kükredi Smir ve daha az önce şehvetle gülümseyen adam orada yoktu şimdi. Smir'in duruşu ve bakışları bir anda Lordu bile korkutmuştu ve eli belindeki kılıç kabzasına sımsıkı yapışmıştı. Bütün havzada çekilen derin nefeslerin ve hazırlanan silahların ufak sesleri yankılandı...

"Tanrının adını ağzına alma! Onun ne olduğunu hepinizden iyi biliyorum! O savaşçıdır! Elinde adaletin kılıcıyla çarpışır! O bağışlayıcı değildir! Bu hakkı sadece mazlumlara vermiştir! Yalanlarına tokum, Piskopos. Kanını almaya geldim." dedi ve içeriye doğru yavaşça yürümeye başladı Smir. Kendinden emin ve hazır olabileceği kadar hazırdı.

Leydinin Smir'e bakışları şaşkınlık ve gerginlik doluydu.

"Hiç şansın yok! Buradan çıkışın yok! Öleceksin Düşmüş Smir! Burada cansız düşeceksin!!!" diye gürledi lordun sesi.

Rahipler ellerindeki koca asaları daha sıkı tutmaya ve yaklaşan kavga için duruşlarını sağlamlaştırıp yayılmaya başlamıştı.

"Uğruna savaşılacak tek bir savaş vardır, şövalye. İmkansız olan savaş. Ben savaşmak için buradayım. Sonuna kadar," derken Smir içeriye adımını atıyordu...

Bu eşikten geçmeden önce biliyordu onu neyin beklediğini. Antibüyü muhafazaları bu havzanın her yanına saçılmıştı. Havza antibüyü ile kaplıydı!

xxxxx

"Ben kötüyüm Şövalye. Hatta canavarlığa yaklaştığım anlar bile oldu. Ama aptal değilim. Kibirli değilim. Gücümün sınırlarını biliyorum. Gerçekten bütün bu ermiş şövalyeler, rahipler, dervişler, büyülü silah kullanıcılar ve tuzaklar varken, tek başıma Mirantis'e dalacağımı mı sandınız? Siz benden de beter düşmüşsünüz. Siz herkesi kendiniz gibi kibirli ve ahmak sanıyorsunuz. "

Antibüyü alanına adım atarken Smir içindeki büyülerin çekildiğini ve büyülü korumalarının düştüğünü hissetti. Üzerinde ve yanında taşıdığı büyülü nesneler sessizleşip yakınındaki bütün büyüler dağılıyordu. Smir ağır adımlarla tehdit etmeden içeriye yürüyordu.

Dağılan büyülere, üzerinde taşıdığı ve bu an için özellikle hazırlanmış "yarık tutucu" büyü de dahildi. Smir "bilimsel" tabir ettiği büyülü uğraşlarının sonucunda bir noktaya kadar büyük bir yol katetmişti. "Kan Kapıları'yla" ve "geçit büyüleriyle" bazı yönlerden henüz boy ölçüşemeyecek olsa da "bilimsel geçit" yöntemini epey geliştirmişti...

Şimdi "zaman tutucu büyü" ve "kolay taşıma büyüleri" ordadan kaybolurken bu cihaz gerçek cüssesine büyüyor, yere ağırlığıyla yuvarlanıyor, çalışmaya kaldığı yerden devam ediyordu!! Cehennem düzlemlerinden birine açılan "bilimsel geçit", onu engelleyen büyülü duvar antibüyü alanında yok olunca, şimdi antibüyü sayesinde açılıyordu.

Yarıktan dışarıya bendi yıkılmış bir şehvetle fışkıran kötülük döllerinin görüntüsü dehşet vericiydi.. Köztazıları, kuduz yarasalar, ejderköpekler, shafir ifritlerinden bölükler... Bu cehennem sakinlerinin gözlerinde yanan açlık ve düşmanlık silah gibi vurucuydu. Buraya sadece parçalamaya, öldürmeye, yoketmeye, leşlerle ziyafet çekmeye gelmiştiler...

Gelen güruhun önünde duracak büyüleri antibüyü tarafından yutulan şövalyeler, silahşörler ve rahipler ilk an için kesinlikle devasa bir şaşkınlık ve dehşet darbesiyle vurulmuştu. Sonrasında hepsi eğitimlerinin, reflekslerinin, tecrübelerinin ve yüreklerindeki sadakatin yönetimi ele almasıyla emirler veriyor ve çarpışmaya giriyordu.

Piskopos ise hala şaşkın ve dehşet içindeydi. Bunun böyle olmaması gerekiyordu!

Smir bedeninde taşıdığı anlaşma nişanlarının ona verdiği ve "büyü" sayılmayan "doğaüstü fiziksel yeteneklerine" dönüyordu. Cüssesi büyüyor ve bedeni değişiyor, kanatları sırtından kocaman çıkarken, kuyruğu ve pençeleri uzuyordu. Vampirimsi ve iblisimsi yeteneklerinin çarpışmaya hazırlanması esnasında bir yandan da üzerinde taşıdığı riss kristalleri (Riss; İldar ve diğer zincir dünyalarında nadiren bulunan yarı canlı-yarı bilinçli bir kristal yaşam formu. Büyü benzeri kısıtlı yetenekleri usta büyücülere ve eğitimli zihinlere sunabilir) ile koruma ve saldırı ışımaları yaymaya başlıyordu. Smir açıkça kahkahalarla gülüyordu. Bu tam beklediği şekilde gelişiyordu. Burada bir kıyım olacaktı.

Bu havzada yaşanan tek kelime ile ifade etmek gerekirse, kıyımdı. Tek taraflı bir kıyım. Her an daha çok kuduz yarasa ve ejderköpek geçit-yarıktan içeri akıyordu. Yarık kısa süre içinde kapanacaktı, bilimsel yarıklar büyülüler kadar dayanıklı değildi. Ama şimdiye kadar içeriye dalga dalga akan karanlık seli bile yeterliydi.

Smir bizzat kavgaya girmiş ve ellerinde riss asaları tutup savaşan rahiplerin üzerine çökmüştü. Golemleri, riss gücüyle desteklediği kendi fiziksel gücüyle sakatlayıp parçaladıktan sonra her şey çok daha kolay olmuştu. Gerisini "güruh" hallediyordu. Pek çok defa yaralanıp pek çok silahşörün kanını şok edici hızlarda kuruttuktan sonra havzada işlerin gitgide yavaşladığını hissedebiliyordu.

Armellion savaşçılarının sesleri azalmıştı ve kavga artık sadece birkaç köşeye yoğunlaşmaya başlamıştı. Bazı yerlerde şövalyeler mevkilerinden geri çekilmek ve labirent misali dehlizlere; Büyü kullanbilecekleri yerlere kaçmak zorunda kalmıştı.

Piskopos da kaçmaya çalışmıştı. Leydi onu sürüklemek istemişti. Ama Smir oradaydı ve leydiyi kenara savururken dişleri vahşi bir öfkeyle Piskoposun boğazını parçalayıp boynunu kopacak gibi sallanır bırakmıştı. Adamın cesedindeki gözleri inanmayan bir dehşetle yerinden fırlayacak gibi açıktı.

"Onun pis kanını istemiyorum. Seninki bahse girerim çok tatlıdır, Bakire Savaşçı," diye şehvetle pis pis gülerek konuştu Smir. Kıskıvrak yakalayıp savunmasız bıraktığı güzel dişi savaşçının boynunu arzuyla yaladı. "Acıtmayacak, sana söz veriyorum," diyerek kahkaha attı ve kısacık kahkahadan sonra süratle dişlerini kadının boynuna geçirdi.

Acı ve zevk tılsımı aynı anda Leydiyi vurdu. Leydi sarsıldı ve hakimiyeti için, hayatı için boş yere savaştı. Bilincine hakim olmaya çalıştı. Boş yere. Kanı ve canı kısa birkaç saniye sonunda şok edici bir hızla, acımasız bir güçle damarlarından çekiliyordu. Leydinin gözlerindeki can ışığı sönüyordu.

Smir dişlerini kurumuş kadının boynundan çektiğinde, havzaya vahşi bir hayvan gibi kükredi. Karanlık tondaki kudretli sesi havzadaki güruhtan destek buldu ve benzer kükreme ve böğürtüler havzada yankılandı..

Smir o seslerle biraz kendine geldi. Etrafına bakındı ve savaşın kazanıldığını gördü. Ayaklarının dibinde yatan ölü Leydiyi gördü ve aklı şimdi olanları bir kez daha düşündü.

Smir eğildi ve leydiyi yerden kaldırdı. Kadının boynuna koca ağzını bir kez daha kapattı. Dişler bir kez daha ete saplandı. Bu öpücük kısa sürdü. Efsun süratli ve güçlüydü. Hemen çalışacaktı. Smir geri çekildi. Birkaç saniye sonra, hızlı bir seri kasılmanın ardından Leydi gözlerini açmıştı.

Kadın şaşkın ve dehşet içindeydi. Ölümü ve dönüşü yaşamıştı bu güçlü kollarda. Leş gibi kokan bu nefes, hem ölürken duyduğu son şey olmuştu hem de yaşama döndüğünde duyduğu ilk şey. Hem nefret hem de minnetle bakıyordu leydi. Gözlerinde yaş vardı. Ölümü ve dehşeti hiç bu kadar içinde hissetmemişti.

"Ben canavar değilim," diye savunmacı bir tonla ve sanki biraz da yaralı bir sesle, sanki kendini ikna etmek ister gibi söylemişti, Smir. Leydi bir şey demedi sadece Smir uzaklaştı ve o ayakta kalmaya çalıştı.

Smir, hızlı bir sıçramayla leydinin yanına geri geldi. Onu kollarına aldı. Kanatlarını açıp havayı tokatladı. Kadınla birlikte havalandı. Yeniden guruplaşmak ve hayatta kalabilmek için, büyü kullanabilecekleri bir alana çekilen Armellion safların yolunun üzerine süzüldü. Kadını oraya bırakıp süratle kendi rotasına döndü. Armellion safları o bölgede süratle toparlanıp daha gerilere, tutunabilecekleri bir noktaya çekilmeye çalışıyordu.

Havzanın antibüyü alanından çıktıktan sonra Smir daha insansı haline büründü. Gölgeörücü disk-bineği ile çok hızlı ilerledi. Evcillerine işareti verip onları uzaklaştrdı.

İlerledi. Aradığı yer derinlerdeki korunaklı bir mahzendi. Yolda bir düzine şövalye ve rahiple karşılaştı. Onlarla hiç vakit kaybetmedi. Kanalevi ve hastalık zinciri büyüleri kolayca işlerini bitirirken o ilerledi.

Namuk'un bulunduğu salonun girişini açması sorun olmadı. Hazırladığı büyü kristallerini çantasından çıkardı ve yerlerine yerleştirdi. Büyüyü tetikledi. Gerisi kendi kendine oldu. Bir dakika sürmeden karmaşık ve tuzaklı kilidi aşmıştı. İçerdeydi.

Namuk, kendisine çizilmiş gümüşten, kocaman bir çemberin içindeydi. Çelikten ve altından rünlerle işliydi çember. Çemberin içindeki dört metrelik iblis Smir'i gördüğünde biraz şaşırmıştı ama sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Namuk ve Smir daha önce de karşılaşmıştı. Namuk onu iyi tanıyordu.

"Yakalandığını duydum, Namuk," diye alayla, tıslayan bir gülümsemeyle konuştu Smir.

"Smir, şaşırttın beni," diye cilveli cilveli konuştu iblis. Namuk çift cinsiyetliydi. Hem güzel bir dişi hem de çekici bir erkek gibiydi. Sanki bedeni her an iki cinsiyet arasında yavaş yavaş arada bir yerlerde değişip duruyor ve kim nasıl isterse ona öyle görünüyordu.

Namuk iğrençti. Namuk çok müstehcendi. Çırılçıplaktı ve hem dişiliği hem de erkekliği abartılı bir güzellikle, şiddetli bir baştan çıkarıcılıkla karşısındakilere hücum ediyordu. Sesi bile tehlikeliydi ve sözleri oyunbaz tınılarla akılları karıştırıyordu.

"Buradan çıkıyoruz, Namuk," diye konuştu Smir. Sesi duvar gibiydi. Rünlü çemberin çevresinde dolaşıp onu dikkatle inceliyordu.

"Ama Smir," diye cilveyle konuştu Namuk. Smir hemen lafını kesti. Sesi gülüyordu, Namuk'la alay ediyordu.

"Namuk, uğursuz bozucu efsunun bana işlemez. Boşuna konuşma."

"Seninle gelmiyorum, Smir!" Diyen ses bu defa korkutucu derecede iblisçeydi. Yüzü ve bakışları korkutucu biçimde çarpılmış ve bedeninin duruşu hem komik hem de yırtıcı bir şekil almıştı.

"Namuk sana fikrini sormadım. Söyledim. Eski günlerin hatırına bu kadarını borçluyum bir hanfendiye."

Namuk dişiselleşti ve cilveyle, gülümseyerek konuştu.

"Bize karşı savaşırken bizim gibi korkunç ve kötü bir şeye dönüştün. Şu haline bak Smir. Artık bizdensin. İblissin Smir! Bunun farkına ne zaman varacaksın?"

Smir büyülerini aklında hazırladı. Namuk'a baktı. Gülümsedi.
"Bozucu Namuk, üzgünüm. Bunun bir parçası olduğun için üzgünüm. Aslında seninle doğrudan bir sorunum yok. Kader işte. Yollar örülmüş, roller verilmiş. Hepimiz rolümüzü oynuyoruz."

Ses tonu ve konuşmanın gidişi bir anda İblisin hiç hoşuna gitmemeye başlamıştı.

Smir ona yaklaştı. Dudaklarında büyülerle çemberin dokuz halkasından en dıştakini aşıp sekizinciyle arasında durdu. Namuk öfkeleniyordu. Sordu.

"Sen neler saçmalıyorsun be! Aklında ne var Smir?" diye küfreden, hakaret eden, küçümser bir tonla, saldırganca konuştu Namuk. İblisliği yine açıkça öne çıkıyordu.

Büyüyü hissetti Namuk. Teleport büyüsüydü bu.

İkisi birlikte Armellion'un büyülü nakliye çemberini kullanmış ve Namuk buraya getirilirken kullanılan terasa çıkmıştılar. Aynı korumalar burada da mevcuttu. Namuk hala esirdi ve Smir hala sekiz çemberin ötesindeydi. Korumalı alandaydı.

"Ölüme ve cehenneme her bir adımda daha çok yaklaştığım doğru, Bozucu Namuk. Belki birgün tamamen kötü olacağım. Belki bu güce, tamamen kötü olabilme gücüne sahibim. Ve belki şeytanın tahtına oynarım? Kim bilir?" diye alayla gülerek konuştu Smir.

Namuk gitgide sabırsızlanıyor ve öfkeleniyordu. Smir'in burada oluşu hesaplarında yoktu.

"Benim bildiğim, Namuk," diyerek gülümsedi Smir. Ve kendinden emin bir biçimde fiziksel özelliklerini serbest bırakarak sekiz çemberin merkezindeki Namuk'a yürüdü.

"Bu gece burada, kadim bir iblis ölecek."

"Sen çıldırmışsın, Smir! Buna ne gücün ne de cüretin yeter," derken Namuk'un sesi hem kahkaha atıyor hem de hezeyanlarla yükselip alçalıyordu. "Seni parça parça etmeden defol git ve işlerimden uzak dur insan kalıntısı Pislik!!!" derken ağzından kızgın ve zehirli salyaları köpüklerle saçıyordu iblis.

"Armel seni neden katletmedi biliyor musun, Namuk? Ben biliyorum. Sen bir işaretsin. İlahi bir işaretsin. Seni bugün burada benim katletmem gerekiyor. Sen, ders olacaksın."

"Canın cehenneme, Smir!" diyerek kocaman pençe tırnaklı elleriyle Smir'in boğazına yapıştı İblis.

Smir, elleri kuvvetle boğazından ayırdı ve mengene gibi gücüyle öyle sımsıkı tuttu.

"Senin en büyük gücün dilinde, sabrında, dayanıklılığında Namuk. Asla fiziksel gücün ya da büyü kudretinle öne çıkamadın. Bu kavgalarda hep yenildin ve aşağılandın, sonra intikamını hep sabırla aldın. Benden intikam alamayacağını söylemek zorundayım. Ben arkamda canlı düşman bırakmayı sevmiyorum. Seni burada, şimdi bitiriyorum," diye anlatırken Smir ve Namuk gökyüzüne doğru süratle yükselmeye başlamıştı. Şehrin merkezinden gökyüzüne doğru yükseliyordular.

Havadaki savaş neredeyse bitmiş ve hava filoları da şimdi bu ikisine doğru dönmeye başlamıştı...

İlk başlarda sadece Smir'in gücüyle yükseliyordular sonra Namuk da kanatlarını açmıştı. Havada debelenerek ve tekmeler atarak kendini kurtarmaya çalışıyordu.

"SMİR!!! CANIN CEHENNEME SMİR!!!" diye bağırıp duruyordu Namuk. Bir iblisin öldürülmesi, hele ki Namuk gibi ilk kanı taşıyan kadim bir iblisin öldürülmesi çok zordu. Namuk ise özellikle dayanıklı bir iblisti.

"Beni öldüremezsin Smir!! Ben ilk kanı taşıyorum! Benim atam bir İLK!!!"

Smir'in gülüşü Namuk gibi bilisin bile kanını dondurmuştu.

"Öyleyse niye korku kokuyorsun Namuk? Kokun o kadar keskin ki cehennemdeki baban bile duyuyordur."

"Cehennme git Smir!" diye korkunç bir öfkeyle, lanetleyerek söyledi Namuk. Debelenmeyi bıraktı.

"Sıra oraya da gelecek. Her şey sırayla, Bozucu."

Smir bu an için hazırladığı büyüyü söylemeye başladığında Namuk da büyüyü duyuyordu. İblisin gözleri yerinden fırlayacak gibi açılmıştı. Bu büyünün ne olduğunu biliyordu.

"Sen gerçekten çıldırmışsın! İblislerin bile uyduğu kurallar vardır!"

Bunlar son sözleri oldu.

Smir'in bedeninden akan güç Namuk'u sarmalamaya ve onun çevresinde dönmeye başladı. Namuk az sonra büyüyen ve sürekli kontrolsüzce değişen bedeniyle Smirden uzaklaşıyordu. Namuk değişmeyi ve uzaklaşmayı sürdürdü. Bir dakika kadar sürdü bu durum.

Havadaki büyülü sesler sessizdi. Bir ezgi nabız gibi kuvvetle vurarak bütün şehrin üzerinde, altında, çevresinde esiyordu. Soğuk, katı, keskin bir ezgiydi bu. Duyanları korku ve umutsuzluk alıyordu. Bir telaş ve acele hissi vardı havada.. Havada yas ve günah vardı..

Sonra, iblis, kapkara kararmış ve sessizleşip hareketsizleşmişti. Derken bir karar anı geldi ve sonra koca bir karanlık patladı.

Karanlığın ardından koca bir ışık geldi. Fersahlarca öteye bile gözleri kanatan güçlü bir ışık vurdu.

Koca bir şehir olan Mirantis'in durduğu yerde şimdi kocaman, kapkara, uğursuz bir krater duruyordu.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Kael kuvvetli ışıktan az sonra, havadaki bütün büyülü ezgiler sustuktan hemen sonra uzaktaki gözetleme noktasından yola çıktı.

Verilen emirleri açıktı. Karanlık'ın sırtındaki Kael ilk önce kraterin merkezine doğru yöneldi. İlk oraya bakacaktı. Ve orada buldu.

Bu, Smir'den geriye kalandı. Bu koca şehirden, hava filosundan ve iblisten geriye kalandı. Bu, Smir'in boynunda taşıdığı Kanayan Yürek Pandantifi'ydi. Yılların hasadının meyvesi olan pandantif, içinde zayıf ama hala berrak bir kızıl nabızla atıyordu. Nabız çok yavaş ve zayıf olsa da orada olduğu çok tartışmasızdı.

Kael hemen orada kendine verilen emirleri uyguladı. Beraberinde getirdiği büyülü kristalleri yerleştirip yere tören çemberini çizdi. Sonra pandantifi çemberin ortasına yerleştirdi.

Tören için gereken büyülü sözcükleri fısıldadı. Pandantif bir emre itaat eder gibi havaya yükseldi. Gözlerin göremeyeceği bir hızla kendi çevresinde dönmeye başladı. Kristal yürek şeklindeki pandantif şimşek gibi çakarak patladığında içinden et, kan ve kemik karışımı bir yumak dışarı saçılıp yere döküldü.

Yerdeki inleyen ve haykıran kütle kısa süre içinde şeffaf siyah dumanlarla kaplandı ve şekil değiştirmeye, insansı bir şekil almaya başladı. Birkaç kısa an içinde şeklin oluşumu tamamlanmıştı ve insansı şekil bitkin, inleyen haliyle yerde yatıyordu.

Birkaç dakika geçmesi gerekti. Ancak o zaman toparlandı ve kendine biraz olsun gelebildi, Smir.

Smir hiç ama hiç mutlu değildi.

Bu büyüyü ilk kez yapıyordu ve sonuçları konusunda güçlü bir tahmini varsa da bu sonucu tam olarak bu şekilde beklemiyordu. İçin için farklı beklentileri de vardı. Anlaşılan "kristalkalp" büyüsünün muhafızlığı bu ölçüde bir yokoluş büyüsünün bile üzerindeydi.. Yaşam ne kadar güçlüydü.. Ya da ölüm Smir'e karşı ne kadar acımasızdı.

xxxxxx

"Ölüm beni reddediyor.." diye nefretle tısladı Smir'in sesi... "Öyle olsun bakalım. Ölüm!! Sana Sesleniyorum!! Pişman olacaksın!!" diye korkunç bir düşmanlıkla haykırdı Smir. Şeytanca bir kahkaha krizine kapıldı.. Histerik, hasta kahkahalarla gülüp sarsılırken kapkara, çok büyük bir büyüye başladı Smir. Durum ironikti onun bakış açısına göre. Ölümden çalacaktı.

Yaptığı adak büyülerinin en büyüğü ve karanlığıydı bu büyü.. Bu en yasak büyülerden biriydi ve bütün iyi tanrıların gözünde çok büyük bir günahtı. Büyük Ruh Kapanı; Smir bu şehirde can veren bütün ruhların diğer tarafa geçiş yolunu kapatıyor ve yolculuklarına engel oluyordu. Onları tek tek yakalayıp kendine çekiyordu. Onları zincire vurup kendine köle ediyor, Aradiyar'a sürüyordu.

Ölüm onu almıyor muydu? Demek daha yapacak işleri vardı. Öyleyse onları iyi yapmalıydı. Güç arzusu ve yıkım şehveti içini sardı. Düşmanlık hissi kocaman büyüdü. Smir'in gözleri kararırken ruhu nefretle çarpıldı. Ruhlar çevresinde dönüyor ve acı içinde inleyip ağlıyordu. Daha çoğu ona doğru girdaba kapılmışçasına çekiliyor ve yakalanıp esir ediliyordu. Smir gülüyordu! Smir, yaşam hasatlıyordu...

Yarı-İblisliğe giden uğursuz yolda en büyük adımı atıyordu Smir..

-Bitti-

Yaşam Hasatlayan, Smir (2)

Kızıl Dolunay'ın sabahında Baia kolay uyanamadı.

Genç kız uyandığında saat öğlene yaklaşıyordu. Farkında olmadan esnedi ve gerindi. Birden çıplak olduğunu farketti. Telaşa kapıldı. Odada yalnızdı ama o an için bunun bir anlamı yoktu. Elleriyle göğüslerini hemen örttü. Derken etrafına hızlıca bir göz attı ve yatağın ayak ucuna serilmiş muhteşem güzellikteki vişne çürüğü rengi giysileri gördü. İşlemeler ve kumaş inanılmaz kaliteliydi.

Muhteşem güzellikte dekore edilmiş aydınlık ve ferah bir yatak odasındaydı. Oda kocamandı. Duvarlar işlemeler ve kabartmalarla süslüydü. Yatak da kocamandı ve çok rahattı. Yatak örtüleri, yastıklar çok kıymetli ipek ve saten takımlardı. İki kocaman pencere balkona doğru açıktı ve içeriye tatlı tatlı dalgalanan perdelerden nefis kokulu bir esinti giriyordu. Yatağın hemen baş ucundaki sehpada altın bir tepside bir bardak su ve koca bir meyve tabağı vardı. Odanın dört bir yanındaki kocaman kristal vazolarda muhteşem renklerle göz alan koca çiçek demetleri vardı. Baia onların egzotik kokularının kokteylini burnuna açlıkla çekti..

Baia bu ilk anlarda aklını tam toparlayamadı. Bir yandan elbiseye uzanırken bir yandan düşünmeye çalışıyordu. Bayılma anını hemen hatırladı ama o anı güçbela hatırladı. Her şey o kadar karışık ve hızlı olmuştu ki..

Şimdi ise burası neresiydi? Neredeydi? Dün gece gerçekten olmuş muydu yoksa bir kabus mu görmüştü? Kızıl Dolunay'da ne olacağına dair pek kesin bilgisi yoktu ama gecenin sabahına çıkmak konusunda pek umutlanmaması gerektiği öğretilmişti.

Bakire Şato'ya girdikten sonra onu nasıl bir kaderin beklediğini kimse bilmiyordu ama eski söylenceler Efendinin o ilk gecede kanlı bir ayinle kızı kurutup (kanını son damlasına kadar emerek öldürmek) kurban ettiği yolundaydı.. Bu pek de yanlış değildi. İlk Efendinin bunu yaptığı bir iki güvenilir kaynaktan doğrulanmıştı. Smir ise çok ketum ve gizlilik perdeleriyle sımsıkı örtülü bir Efendiydi.

Baia ne düşüneceğini bilemez haldeydi. Sadece giyindi ve kocaman aynanın karşısına geçip elinde olmadan üzerindeki giysiye ve kendisine bakarken buldu kendini. Giysi gerçekten muhteşemdi.

Sanki aklını okumuş gibi konuştu arkadan gelen ses.
"Muhteşemsin. Kızlar bu rengin sana çok yakışacağını söylemişti. Haklıymışlar. Harikulade." diyerek gerçek bir hayranlıkla konuştu boğukça tıslayan fısıltılı ses.

Baia kesik bir nefesle sesli biçimde irkilmişti. Kendini hemen toparlarken bir eli kalbinin üzerindeydi hala ama çabucak duruşunu efendisinin karşısındaki iyi bir cariye gibi düzeltti.
"Gece iyi uyudun mu?"
"Evet, Efendim."
"Güzel. İlk gece, başlangıcımız biraz sıradışıydı," diyerek konuştu Smir. Daha ziyade kendisine konuşuyor gibiydi. Baia bunu hissetmişti ve Smir de farketmişti.

Smir bir şeyi daha görüyordu. Baia korkuyordu. Kokusunu alıyordu. Kızın kokusunu alıyordu. Heyacan, korku ve kanının kokusu.. Ve diğer koku. En güzeli de diğer kokuydu. Dişiliğinin taze ve el değmemiş kokusu. Smir derince solumaktan kendini almadı. Bu çok güzeldi. Yine de kendini hemen toparladı. Smir iradesine yenilecek genç bir aşık değildi.

"Benden korkuyorsun.." diye sordu Smir
Baia nasıl cevap vereceğini bilemedi. Evet, ondan korkuyordu. Efendiden korkuyordu.
"Korkmalısın, Baia." dedi Smir.

Bir iki adım atıp uzaklaştıktan sonra tekrar Baia'ya dönüp gülümsedi. Yırtıcı bir hayvanın sinsi gülümsemesini andırıyordu yüzündeki gülümseme..
"Korkmalısın ama bu cahil bir korku olmamalı. Bilmelisin. Ne zaman korkman gerektiğini, neden korkman gerektiğini bilmelisin. Öğreneceksin."

Smir konuştukça korkunun içinde bir yerde başka bir his daha uyanıyordu. Cesaret. Gerçekten de Smir konuştukça Baia onun sözlerinde ve gözlerinde, hareketlerinde bilgi kırıntıları buluyordu. Baia oldum olası kendini karşısındakinin yerine koymakta ve karşılıklı bir anlayış yaratmakta başarılı ola gelmişti. Ve şimdi Efendi Smir karşısındayken de bu aslında çok kolaydı. Smir'le çok daha kolaydı.

Smir kesinlikle rol yapmıyor ve kesinlikle gizlenmiyordu. Neyse oydu. Açıkça karşısında dikiliyor ve olduğu şeyi saklamadan gösteriyordu. Kısacık dakikalar içinde Baia içindeki korkunun tarifi güç biçimde zayıflamaya başladığını hissediyordu. Adını koyamadağı parçalar bir araya geliyor ve ortaya bir tablo çıkmaya başlıyordu.. Henüz net değildi ama Baia kendini şimdi gitgide daha cesur hissediyordu.

"Bundan sonra bir müddet evin burası olacak," diyerek konuyu daha da derinleştirdi Smir.
"Bir müddet?" diyebildi Baia soruyla. Ne kadar cesurca çıkmıştı bu soru. Son derece kendine hakim ve bilinçli biçimde, ve törensel bir saygıyla; doğru biçimde sorulmuştu.

Smir şaşırdı doğrusu, ve de çok memnun oldu. Gülümsedi şeytan yüzü. Gözleri ışıldadı farkında olmadan.

Kız ürktü ama aynı anda da istemsizce biraz gevşedi.. Büyü gibiydi. Sempati büyüsü gibi. Tılsımlı bir şey vardı onda.. Tılsım. Bir şekilde Smir artık eskisi kadar korkutucu gelmiyordu ona. Kendini anlayamadı ve hayretler içinde kaldı. Efendi ona bir büyü mü yapmıştı yoksa?

"Gelecek kızıl dolunaya kadar," diye cevap verdi Smir..

İnledi Baia. Belki de işte buydu.. Kızlar bir sonraki dolunayda kurban ediliyordu ve o zaman kadar Efendi onların kanın ne zaman canı çekerse içerek hayatta kalıyordu. Bu böyle olmalıydı belki de.

Baia bilinmezlikle köşeye sıkıştı kaldı. Hayatı hep askıda mı olacaktı. Önce bu gece öleceği düşüncesiyle yaşamıştı şimdi bir anda üç yıl sonra öleceğini duymuştu...

Smir sanki onun düşüncelerini okur gibi konuştu. Aslında Baia'nıın duruşu aklındaki bütün düşünceleri ve ruh halini zaten olduğu gibi ortaya koyuyordu.
"Gelecek kızıl dolunaya kadar daha çok var Baia. O zamana kadar yaşanacak çok şey var," derken Smir hem vaad ediyor hem de teselli ediyordu. "Benim şimdi çekilme vaktim. İlgilenmem gereken günlük çalışmalarım var. Güneş..." diyerek işaret etti Smir, balkon pencresinin eşiğinde, güneşin altında duruyordu! Bu Baia'nın şimdi daha yeni dikkatini çekiyordu ve şoke olmuştu. Efendi bir vampir olarak biliniyordu ama şimdi karşısında tam öğlen güneşinin altında dikiliyordu!! "Güneş bana pek iyi gelmiyor, aah, öyle öldürücü bir şey değil, sadece güçlü ışığından hoşlanmıyorum ve aydınlık saatlerde pek güneşe çıkmam. Sen de çıkmamalısın. Çok narin, çok beyaz bir tenin var, güneşte yanmanı istemem. Her neyse.. Seni kızlarla başbaşa bırakıyorum. Zaten bundan böyle vaktinin büyük bölümünü onlarla geçireceksin."
Kızlar mı diye düşündü Baia. Ve o daha düşünürken, Smir şeffaflaşıp gözden kayboluyor, diğer dört kız içeriye giriyordu.

Kızılı hemen tanıdı Baia. Ne kadar da muhteşemdi. Yeşil kesinlikle onun rengiydi. Kızıl gülümsüyordu ve o da gülümsedi nazikçe.

Sonra onu izleyen Biber idi. Biber dün gece son gördüğü halinde, gerçek görünüşüyle karşısındaydı. Kızıl teni, sarı göz bebekleri, boynuzları, kuyruğu, toynakımsı ayakları ve sırtındaki kanatlarıyla bir sukubus. Çok çekici ve baştan çıkarıcı görünüyordu. Üzerinde taşıdığı yarı çıplak zırhına ve silahlarına rağmen Biber kesinlikle göz alıcıydı.

Sonra yeni gelenleri gördüğünde bu kesinlikle koca bir şoktu. Bu ikisi de muhteşem kızlar olmalarının yanında Baia ikisini de tanıyordu. İkisini de daha önce görmüştü!!

Şeker olan, Efendiye üç yıl önce sunulan Bakireydi. Onu çok iyi hatırlıyordu. O kadar muhteşem ve saf bir güzelliği unutmak mümkün değildi. Baia onu kendi eğitiminin başladığı günlerden hatırlıyordu. Kısa bir süre diğer kızların da belli dönemlerde eğitim aldıkları okulda beraberdiler. Anlaşma gereği kızlar hem güzel hem de değerli olmaları için en zeki ve eğitimlilerden seçiliyordu. Efendi bu konuda kendinden öncekinden daha kaprisliydi. Öncekine sadece güzel ve bakire olması yetiyordu. Smir'e yetmiyordu. Aslında bunda daha ziyade Günbatımı'nın parmağı vardı. Neyse..

Diğer kız, Baharat da hafızasında parlıyordu. Daha yeni yeni dişiliğinin farkına vardığı ve kızıl dolunayın anlamını fark etmeye başladığı günlerde görmüştü onu. Altı yıl önce Adak Kafilesi kasabalarından geçerken bütün kasabayla birlikte şükranlarını sunmak için Bakirenin önünde diz çöktüklerinde başını kaldırıp ona bakmaya cesaret etmişti. O günden bugüne hala aynı etkileyici güzelliğe sahipti. Gençliği ve tazeliği üzerinde tütüyordu. Şaşkınlıkla ağzı açık kalmıştı Baia'nın.

*************************

"Ayyyy!! Şuna bak! Ne şeker!" diye çığlıklar atarak ve gülerek hemen öne fırlayan Şeker'di. Hızla konuşuyor ve telaşla neşeyle anlatıp duruyordu. Baia ne kadar muhteşemdi, bu giysi ne kadar yakışmıştı, teni ne güzel bi beyazdı, gözlerine bayılmıştı, saçını çok kıskanmıştı.. Şeker durmaksızın konuşurken diğerleri sadece teslimiyetle gülümseyerek kafa sallıyordu ama Baia ürkmüştü..
"Korkuttun onu salak," diyerek Şeker'in omzuna şakacıktan bir yumruk atıp azarladı Baharat.
Şeker durdu ve hem Baharat'a hem de Baia'ya baktı. Gerçekten de ilk heyecanı geçince Şeker de şimdi açıkça görüyordu.
"Ah, salak ben. Büyük ihtimalle bizim de Efendi gibi vampir olduğumuzu ve onu yemeye geldiğimizi filan düşünüyordur.." diye gülerek anlatıyordu Şeker. Bir yandan da yatıştırıcı bir biçimde onu oturması için yatağa çekiyor ve saçlarını okşamaya başlıyordu.
Biber bu anda;
"Aslında şu yemek konu.." diye şehvetli gözlerle bakarak ağzını açmaya başlamıştı ki Günbatımı onun karnına sıkı bir dirsek attı ve dudakları sessizce "çok erken" dedi. Biber teslimiyetle sustu.
"Bak hayatım, benim adım Şeker. Burada diğer isimlerimizi pek kullanmıyoruz. Ve ben çok canlıyım..." arkadan Biber yine laf atmaktan geri kalmamıştı; "oh, evet, kesinlikle çok canlı," çok şehvetli biçimde, çapkınca söylemişti bunu yine.
Şeker iltifatı nazikçe ve sevimli bir gülümsemeyle utangaçca kabul etti. "Teşekkür ederim bir tanem. Çok şekersin. Ne diyordum...Vampir değilim. Vampirlerin kalbi atmaz. Bak işte, kendin gör" diyerek Baia'nın elini aldı ve göğsünün üzerine utanmazca koydu. "işte, bak görüyor musun" derken elini göğsüne iyice bastırıp sıktırıyordu. Yüzünde bir gülümseme ile yapıyordu bunu. Zavallı Baia şaşkınca deli gibi çarpan küçük ve güçlü kalbi dinlerken Şeker'in gözleri gözlerine dalıp ruhunu adeta kucaklıyordu. Hem hoşuna giti hem de çok korkuttu bu Baia'yı.
"Bak işte..." diyerek bu defa Baia'nın elini hemen yatağın yanlarına çömelmiş diğer kızlardan Baharat'ın göğsüne koydu bu defa. Aynı muameleyle.. "..görüyor musun kalbi atıyor. Hem de çok güzel atıyor."
"Ah, lütfen, yapma şunu Şeker.." derken hem tatlı tatlı azarlıyor hem de çapkınca gülümsüyordu Baharat.

Baia ikisinin de çok kanlı canlı olduğuna gerçekten inanmıştı ve iki güzel, genç, çarpıcı hanımı istem dışı olarak da olsa avuçlamanın getirdiği acayip hisler korkusunu bastırmıştı.

Şeker gülerek konuştu.
"Bu ikisine gelince.. Onlar zaten görüldükleri gibidir. Biri iblis, diğeri vampir. Burada herkes göründüğü gibidir. Bizler senin dostunuz Günışığı," diyerek konuştu.
Baia sordu. "Günışığı?"
"Ah," diye cevapladı Şeker, "Eski bir gelenek. Benden çok önceye gidiyor. Burada herkesin gerçek adının dışında bir adı daha vardır. Seninkini Günışığı koyduk. Günışığı gibisin. Aydınlık saçan bir duruşun var," diye sevgiyle konuştu ve saf bir iyi niyetle onu kucakladı Şeker.
"Seni sevdim Günışığı, çok iyi arkadaş olucaz!!"
Baia buna karşı koyamadı ve o da Şeker'i kucakladı. Sonra onlara Baharat da katıldı. Derken diğer ikisi de onlara katılmıştı ve kızlar koca yatağın üzerinde kocaman sevgi dolu bir yumak olmuştu!!!

Smir bu manzarayı uzaktan gizlice izlerken gülümsedi.

O gün boyunca kızlar ilk başta sadece neşeyle tanıştılar ve Günışığı'na Şato'yu gezdirip kuralları anlattılar. Evde uyulması gereken bazı kurallar ve bilinmesi gereken bazı güvenlik önlemleri vardı. Baia akıllıydı ve çok çabuk öğreniyordu. Çevredeki gezi ve ilk eğitimi tamamlanıp yine Baia'ının daha rahat hissedeceğini düşündükleri yatak odasına döndüklerinde konuşmalar derinleşti...

Gece oluyordu, hava kararıyordu. Ay yukarıya yükselmişti ve yıldızlar yavaştan yerini alıyordu.
"Bilmen ve unutmaman gereken şeyler Günışığı.. Efendiden kork. Ve Efendiden korkma. Efendi gerçekten içinde korkulacak kadar kötülük taşıyor, bu doğru. Ve bununla beraber bu ev sınırları içinde bizi kendisinden bile koruyacaktır. Bunu da çok iyi bil ve hiç unutma. Karışık geldiğini biliyorum. Ama zamanla anlayacaksın. Efendi Smir dışarıda ne olursa olsun burası onun evi ve biz onun ailesinin parçasıyız. Ailesini herkese karşı hatta kendisine karşı bile korur. Bunun için ondan kork ve ondan korkma."

"Ve asla, ama asla ona saygısızlık etme. Saygısızlık ve ihanet en nefret ettiği şeylerdendir. Göstermelik saygıdan bahsetmiyorum Günışığı, içinde duyduğundan bahsediyorum. İçinde gerçekten ona karşı saygı duyarsan bir süre sonra göreceksin reveranslar ve ya süslü efendimli hitaplar olmadan onunla rahatça, korkmadan konuşabileceksin. Bu onun çok hoşuna gidiyor bu arada," diyerek güldü Şeker.

"Ah, efendi savaşlar dışında kimseyi kurutmaz. Bu konuda bir vampir yasası var. Vampirler konusunda bildiğin şeylerin hepsini unut ve bir ara Günbatımı'na söyle sana anlatsın. Bu konularda konuşmayı ve ders vermeyi çok seviyor. Onunla sen özellikle çok iyi anlaşacakmışsınız gibi geliyor bana.. Birbirinize benzeyen yanlarınızı görebiliyorum.. Ah, neyse.. Ne diyordum. Efendi bizi kurutmaz. Bazen yaralı olduğunda tedavi için, ya da eğlence için bizden beslenebilir ama bunlar nadirdir, ve genelde bizim içinde onun kadar olduğu kadar zevkli olmasını sağlar, güven bana, bayılacaksın. Gerçekten."

"Peki yaa, ya diğeri.. " diye sordu ama tam soramadı Baia. Bekaretini kastediyordu.

"İstediğin müddetçe sana aittir Baia," diyerek tartışmasızca ifade etti. Günbatımı. "Kanın değil, onu Efendiye yemininle verdin. O hayat kaynağı, onu Efendi ne zaman arzularsa senden alabilir. Ama diğeri senin seçimin. Efendi diğerlerinin kurallarıyla pek ilgilenmez ama kendi koyduğu kurallar konusunda çok serttir. Özgür iradenle vermediğin sürece, bekaretine asla dokunmayacaktır. Bu konuda istisnası yoktur, hiç olmadı."
Baia bir an bunu ona nasıl veririm, verebilir miyim diye dehşetle düşünüyor, bir yandan da aklında Daros'un görüntüleri nahoşça geçiyordu.. Daros neredeydi, nasıldı şimdi.. Her şey sıraylaydı. Şimdi bu yeni düzene ve bu yeni hayatına dair ne öğrenebilirse kızlardan öğrenmeliydi..

Baia hemen, ilk başta sorması gerektiğini hissetti. Bunu şimdi duymalıydı kızlardan.
"Ondan korkmuyor musunuz? İğrenmiyor musunuz? Onun görünüşü.." diye tamamlayamadan samimiyetle sordu.
Kızlar ciddileştiler ama hepsi anlayışlıydı.
Günbatımı ilk konuşandı;
"En eskileri benim. Biberi saymazsak.. Biber için sorun olduğunu sanmıyorum," derken Biber araya giriyordu.
"Hiç sorun değil, hatta hoşuma gidiyor, yaraları ve dış görünüşü yürüdüğü yolun, gücünün bir bedeli. Ve Efendi bunu saklamadan gururla üzerinde taşıyor. Onu seviyorum," diye konuştu Biber ve sonra son söylediğinin ne olduğunu farkedince, diğerleri sessizce gülümserken, kızsal bir utangaçlık denilebilecek biçimde oradan süratle uzak köşeye doğru uzaklaşıyordu...
"Duydun, Biber için sorun değil. Benim için de sorun değil. Aslında sorun değil yanlış bir söz oldu. İlk başlarda Smir bu denli yaralı değildi. Zamanla bir gölgeörücü güçte yükselirken anlaşmalar yapmak zorunda kalabilir ve bedeller ödemek, nişanlar taşımak zorunda kalır. Smir, çok güçlendi. Bazen bu beni korkutuyor.. Eğer isteğin cevap buysa.."
Şeker hemen ortamdaki karanlığı dağıtıyordu.
"Görünüşü hoşuma gidiyor. Gerçekten! Şaka etmiyorum! Annem ben küçükken ne kadar yakışıklıysa içi o kadar boştur, çirkinlere dikkat et derdi. Altının bazen çamura bulandığını ama çamurun altının değerini düşürmediğini söylemişti. Akıllı kızlar çamurun içinde neye bakacağını bilir Baia. Ben buldum," diyerek göz kırptı Şeker.
Sırada Baharat vardı.
"Günışığı, Efendiye baktığımda... Yaralarını, korkunçluğunu görmüyorum. Bana, düşman sormadan alandır, sen vermeden almayacağım diyen ve sözünü tutan adamı görüyorum. Üç yıl önce, Şeker geldiğinde, beni Medanor denizi kıyısındaki kocaman, içi kalabalık bir aileyle dolu, sevgi dolu bir malikaneye götüren adamı hatırlıyorum. Orada bana artık özgürsün, mutlu bir hayatı hak ediyorsun, burada kabul göreceksin, onlar da senin gibiydi, artık mutlu ve koca bir aileler, diyen adamı hatırlıyorum." Baharat'ın gözleri duygu doluydu ve tuttuğu yaşlarla ışıldıyordu.

Baia durdu ve düşündü. Düşünecek çok şeyi vardı.. Bunlardan biri de son söylenendi.. Demek buradan bir çıkış vardı ve o çıkış çok canlı ve cazipti.

"Neden hala buradasın Baharat?" diyerek onlardan birine ilk kez adıyla hitab etti ve sanki bir çemberi yarıp içine girmiş, bir şeylere dahil olmuş gibi hissetti Baia. Diğerleri de bunu hissetmiş olmalılar ki hepsi sıcak biçimde gülümsedi.

"Efendi normalde kızları burada üç yıldan fazla tutmaz. Sanırım bunun nedenini bir gün sana Günbatımı anlatır. Beni de göndermek istedi. Ve ben kalmak için çok mücadele ettim. Günışığı, ben Efendiyi seviyorum. Onu bütün kötüğüne ve rezilliğine, bütün hatalarına rağmen seviyorum. Bunun için cehennemde yanmam gerekirse yanacağım."
O karanlık biçimde bunu söylerken yanına somurtkanca ama neşelendirmek isteyerek Şeker sokuluyor ve Baharat'ı kucaklıyordu.
"Yalnız olmayacaksın bir tanem..." sonra Şeker aklına gelen bir şey ile açıldı ve konuşmaya devam etti. "Biliyor musunuz, biz onu sadece kanımızla hayatta tutmuyoruz. Onu aynı zamanda varlığımızla yaşama bağlıyoruz. Kasabaların Smir'e ihtiyacı var. Bu çok doğru. Ama Smir bunun farkında olmasa da onun da Kasabalara ihtiyacı var.. Kasabalar olmadan Efendi de karanlık karşısında daha yalnız."

Smir saklandığı gözetleme deliğinin arkasında bunları rahatça duyabiliyordu ve son sözlerin doğruluk derecesi canını çok sıktı. Orada daha fazla durmadı. Kendini yasak laboratuvarının ayna odasına teleport etti.

Çırılçıplak soyunup etrafını çevreleyen sayısız aynanın labirentinde kendine baktı. Çevrede gezinirken bastırdığı anatomik özelliklerinin ortaya çıkması için bedenine emir verdi. Sırtından kocaman yarasa kanatlar dışarı yükseldi. Cüssesi büyüdü. Kuyruğu ortaya çıktı. Tırnakları daha bir pençe kıvamına geldi. Erkekliği büyüdü ve değişip bölünerek iki tane oldu; Çifte kılıç. İçinden daha ilkel bir gücün ve arzuların yükseldiğini hissetti.

Kendine aynada bir baktı. Geldiği yolu hatırladı. Yolun başında bir ayrıma gelmişti. Seçim yapması gerektiğinde bu yönü seçmişti. Bir zamanlar daha insandı.. Hayır, fiziksel değişimin canı cehennemeydi, elbette onun da etkisi vardı. Ama kendi duruşuna ve gözlerine baktığında asıl ruhunu gördü. Bir zamanlar daha insandı. Ve ne zaman bu evden, bu aileden uzaklaşsa insanlığından da bir o kadar uzaklaşıyordu.

İçinde yıkma ve kırma, yoketme dürtülerinin yükseldiğini hissetti. Ne kadar kolaydı. Gücü vardı. Bunu kolayca yapabilirdi. Ama yapmadı. Şeker'in ona bakışları aklına geldi. Onun sözlerini düşündü. Sarılışındaki sıcaklığı düşündü. Ve utandı. Hergün daha fazla, daha hızlı dönüşmekte olduğu şeyden utandı. Sonra bu utançtan da utandı. Öfkelendi. Çıldırdı. Gözü karardı. Kanatlarını çılgın bir öfkeyle açtı ve her bir aynaya bir düşmana saldırır gibi yıkıcı bir öfkeyle saldırdı. Gazap rüzgarı olup esti Smir...

O gün Efendi akşam yemeğine kadar ortalıkta yoktu. Kızlar konuşup gülüşerek, etrafı gezerek, harika buldukları şeyleri Baia'ya göstermekte yarış ederek akşamı ettiler. Baia bütün bu hareketin içinde kaybolmuş, şaşkın ve aklı çok dolu haldeydi. Bir kaç kez aklına Daros geldiyse de içinde onunla ilgili endişeler eskisi kadar güçlü değildi. Bir şekilde onun durumunun gerçekten haytai bir tehlikede olmadığına inanıyor ve Efendi'nin verdiği sözü tutup onu serbest bırakacağına inanıyordu.

Peki şimdi ne olacaktı.. Bu yeni haliyle işlerin gidişi onun bütün beklentilerinin dışındaydı. Evet bir köleydi ama bu o kadar da kötü durmuyordu, şimdilik. Her şeyin nasıl bu kadar süratle değiştiğine inanamadı Baia. Daha sabah uyandığında hala günün sonunu göremeyeceğine, kurban edileceğine inanıyordu. Bu rüya mıydı? Aklı hala karışıktı. Sadece anı yaşıyordu.

Yemek sorunsuz geçti. Efendi ve Günbatımı çok fazla yemediler ama insana çok benzeyen krom golemlerin servis yaptığı muhteşem yemekerin hepsinden biraz yediler ve şarap içtiler. Kızlar ve sukubus ise kesinlikle aç kurtlar gibi yediler. Elbette çok görgülü ve zariftiler ama tabakları resmen sıyırdılar ve yenilerini istemekten hiç utanmadılar. Günbatımı'nın alaylarına ve kahkahalarına, atışma ve gülüşmelere bakılırsa bu sık yaşanan aile içi atışmalardandı. Baia kendini gülümsemekten ve eğlenmekten alamadı.

Yemek boyunca çok defa Efendi ile gözgöze geldiler. Diğerleriyle de çok defa gözgöze geldi ama Efendi ile bu sayı daha fazlaydı. Yine de hepsi nazik olmaya ve bakışlarını çok uzun süre ve rahatsız edici biçimde onun üzerinde tutmamaya çalışıyordu. Bu Günışığı'nın hoşuna gitmişti ve farkında olmadan gülümsedi.

Başını kaldırdığında yine Efendiyi kendisine bakarken gördü ama bu defa ikisi de bakışlarını kaçırmadı. Efendi gülümsüyordu. Yaralı ve çirkin suratı gülümsüyordu ama bu defa her nasılsa yüzündeki ifade şeytansı değildi. Sadece gölgeli, karanlık bir tat vardı gülümsemede..

Bakışmaları çok uzun sürmedi. Efendi içkisine geri döndü ve az sonra da kibarca iyi geceler dileyerek sofradan ayrıldı.

Birkaç saat sonra yemek ve sohbet Günbatımı'nın önderliğinde sona erdirilmiş ve herkes hareketli bir günün ardından istirahat için odalarına çekilmişti.

*************************

Smir gece yarısı Daros'un tutulduğu zindana indi. Zindan duvarına mağlup biçimde çökmüştü aygır. Yorgun genç adamın el ve ayak bileklerinde, boynunda prangalar takılıydı. Işıldayan kara rünlerle işliydi bu prangalar. Büyü kırıcı önleme sihirleriyle kaplıydı genç adam. Zincirleri büyüyle güçlendirilmiş mithrildendi. Epey bir mücadele etmiş, bağırıp çağırmış, dua edip tanrılara yalvarmış, ağlamış ve sonunda da bitkin düşmüştü. Ne ermiş büyüleri ne de tanrıları onu bu cehennemin dibinde duymuyor gibiydi...

Smir, bu yenik genç adama baktı. Bir yere kadar ona saygı duyabilirdi ama oradan sonra ondan iğreniyordu. Yaklaştı. Daros onu fark etti ve hışımla ayağa fırlayıp üzerine atladı. Gölgelerin içindeki koca demir yumruk daha o Smir'e ulaşamadan Daros'a ulaştı. Kael'in dokunuşu ile Daros geriye uçmuş ve ağzı burnu kan içinde duvara bindirmişti.

Smir küfürlerle mırıldandı. Sihirli emriyle zincirler sıkılaştı ve genç adamı ayakta duvara yapıştırdı. Smir bir sessizlik büyüsü ile Daros'un açmaya çalıştığı dudaklarını kapattı. İğrenme ve ithamla konuşmaya başladı.
"Genç aygır. Bütün tecrübesizliğinin ve gençliğinin gölgesinde koca bir aptalsın. Kibirlisin. Bencilsin. Atgözlüklü bir ahmaksın. Düşünmekten aciz, sabit fikirli, inatçı, gururlu bir hayvansın. Evet. Hayvansın. "
"On Beş Kasaba için bir Bakire.. Aygır. Daha geçen yıl bir ork akıncı ordusu geçitten sızdı ve Kasabalara yönelmeye çalıştı. Öncüleriniz benim ordumun onlarla çarpışmasına şahit oldu. Hikayeyi dinlemedin mi? Sağır mı oldun? Benim ordum olmasaydı o gece kaç Bakire babasız, kardeşsiz, annesiz, kocasız kalacaktı? Hiç düşündün mü Aygır?"
"O gece kaç bakire siz daha kıçlarınızı kaldıramadan ork inlerine kaldırılıp tecavüze uğrayacaktı?! Hiç düşündün mü, On Beş Kasaba için Bir Bakire demek, ne demek? Bu sözün gerçek anlamını kavrayabiliyor musun aygır? Yoksa sadece bacaklarının arasından sarkan erkeklik kılıcınla mı düşünüyorsun?"

"Bir hayvanla bir kişi arasında çok ince bir çizgi vardır Aygır. Çizgiye dikkat et. Çoğu kişi çizgiye o kadar yakın yaşam sürer ki ne zaman hayvanların tarafına geçtiğini fark edemez. Kişi olarak kalabilmek emek ister aygır. Kişi olarak kalabilmek kendi bencilliğinden, kibirliliğinden ve ahmaklığından fedakarlık ister. Yüreğin var mı aygır? Düşünmeye, aklını kullanmaya yüreğin var mı? Kendinle yüz yüze gelip kendini yenebilecek kadar yüreğin var mı? Şunu bil ki kişinin verdiği en büyük kavga kendine karşı verdiği kavgadır. Kendine acımayı aşmaya gücün var mı? Yüreğin var mı aygır?"

"Göreceğiz aygır," diye kendi kendine şeytanca gülerek mırıldandı Smir..

Smir daha yeni yatağına uzanmış ve uykuya dalmış Baia'nın yanına sessizce yanaştı. Genç kız onun için seçtiği geceliği giymişti.

Smir gülümsedi. Ay ışığının aydınlığı yatağın üzerine vuruyordu. Uyuyan Bakirenin saf güzelliği ne kadar da davetkardı. Bu anın tılsımını bozmamak için sessizce ve çok yavaşça hareket etti. Yatağın kenarına sessizce oturdu ve izledi.

Genç kızın nefes alışverişini dinledi. Göğsünün her nefeste şişip inmesini izledi. Burun deliklerinin yavaşça içeri dışarı hareketini izledi. Saçlarını izledi.

Elini yavaşça uzattı ve güzel saçlarının üzerinde okşar gibi gezdirdi. Saçlarından yavaşça omzuna aktı elli. Smir bir iblis gibi görünebilirdi ama elleri hassas ve becerikli ellerdi. Eli yavaşça ve zarafetle hareket etti. İnce ve son derece şeffaf görünüşlü geceliğin askısını yavaşça kaydırdı. Baia yavaşça kıpırdandı uykusunda. Smir durdu.

Eller bu defa yavaşça ve hissettirmeden kızın üzerindeki örtüye uzandı. Biraz da büyünün de yardımıyla örtü yavaşça ve işkence gibi bir seyir zevki sunarak aradan çekildi. Beyaz geceliğin süslediği bu genç ve körpe beden Smir'in atmayan kalbini attıracak kadar çarpıcıydı. Ayışığı ve gölgelerin içinde cennetten inmiş bir melek gibi duruyordu Baia..

Smir yavaşça ayağa kalktı ve geri çekildi. Pencerenin yanına gitti. Emriyle birlikte odadaki mumlardan bazıları yumuşak bir ışık verecek kadar bir aydınlıkla tutuştu.

Smir fısıldadı. Sesi zarif ve yumuşak bir dokunuş gibi dokundu Baia'ya.. Baia gözlerini irkilerek açtı. Bir anlık bir minik çığlıkla inledi.

"Korkuttuğum için özür dilerim," diye konuştu Efendi Smir. Sesinde gülümseme vardı ve bu yine yemekteki gölgeli gülümsemeydi.

"Sadece alışık değilim. Geceleri odamda bir erkek ile uyanmaya.." diye açıklamaya çalıştı Baia. Bu doğruydu. Onu korkutan Smir'i görmek değil, uyanmak olmuştu. Hala üzerinde büyük bir gerginliğin izleri vardı.

"Ah, beni bir iblis olarak değil de bir erkek olarak görmen ne kadar da hoş," diyerek güldü Smir. İşte bu biraz daha şeytanca ve oyunbaz bir gülüştü. Bu ton hem Baia'nın kanını dondurmuş hem de onun heyecanlandırmıştı. Smir'i artık daha iyi tanıyordu ve tanıdığı şeyden hep daha az korkardı.

"Buraya geliş nedenim.." diyerek pencereden döndü ve Baia'ya doğru bir adım attı Smir.

Baia hala omzundan düşmüş ve göğsünün meme ucuna kadar büyük bir kısmnı açığa çıkarmış geceliğine dokunmamıştı. Ne de üzerinden sıyrılmış örtüye ve uzun bacaklarını dizinin çok üstüne kadar ortaya çıkartan kıvırılmış gecelik eteğine dokunmuştu. Şaşkınlıktan mı yoksa korkudan mı üzerini düzeltemiyordu.

Ya da belki de efendisine itaat konusunda iyi eğitilmişti ve söylenmeyen istekleri de duyup onlara göre hareket ediyordu. Şu anda, burada Smir'in ondan ne istediğini anlamak için çok fazla zekaya zaten gerek yoktu..

Baia Smir'in sözünü saygıyla kesiyor ve araya giriyordu.
"Benim için geldiniz Efendim. Sizin için kanımı sunabilir miyim?" diyerek yatağın içindeki duruşunu bozmadan boynunu yana çevirdi. Şeker'in oyunbaz biçimde ona öğrettiği şekilde kanını Efendi'ye sundu.

"Bu doğru. Senin için geldim," diyerek konuştu Smir. Yumuşakça Baia'ya yanaştı. Yanına oturdu usulca. "Seni istiyorum Bakire Baia. Ama sadece kanını değil, dişiliğini de istiyorum. Eğer onu alma şerefini bana bağışlarsan, senden bekaretini ve bu gecelik aşkını istiyorum."

Bu ilk anda kesinlikle çok gelecek bir şeydi ve Smir de bunun farkındaydı. Ama zamanı kısıtlıydı ve hem bir ders vermek istiyordu hem de bu kızı çok isityordu. Onu bakışlarını, masumiyetini köprüde ilk gördüğü andan bu yana içinde kabaran arzu gerçekten çok güçlüydü. Onu çok istiyordu.

"Efendimiz.." diye inledi Baia.. Boynunu ve kanını hala sunuyordu ama bakışları korkuyla aşağıya çevrilmişti. Sesi titriyordu.

O anda bir şey oldu. Smir kokuyu duydu. Hiç yanılgısı yoktu. Bu heyecandı. Dişiliğin uyanış kokusuydu bu. Genç kızın kalbinin atışının hızlandığını ve kalbinin çılgınlar gibi attığını duyabiliyordu. Damarlarında akan kanın hızını ve derinleşen nefesinin burun deliklerinden ve ağzından solurken çıkardığı fırtına gibi sesleri duyuyordu. Bu sesler Smir'i davet ediyordu. Bu genç beden onu davet ediyordu ama bunu sözlerle de duymaya ihtiyacı vardı yoksa fetih tamamlanmış olmayacaktı, ders olmayacaktı.

Smir kendi bedeninin kontrol altında tuttuğu uyanışını kasıtlı olarak bıraktı. Oturduğu yerde bol pantolonunu üzerinde bir çadır süratle büyümeye başladığında bunun göz ucuyla Baia'nın da dikkatini çektiğini gördü. Sessizce durdu. Onun nefesi, gözlerinin kaçamak bakışlarını ve boynunu izledi. Boynuna kapanıp dişlerini geçirmemek ve zevk efsununun en kuvvetlilerini onun bedenine salmamak için kendi arzusunu zor tutuyordu.

Kızın içindeki karmaşayı görebiliyordu. Kızın üzerindeki ifade suçluluktu. Bu onun için pek çok defa yanlış ve günahtı. Ve en çok da Daros'u sevdiği için günahtı. Bu suçtu. İhanetti.

"Aygır.. Onu seviyorsun.. Peki gerçek mi aşkın? Yoksa gençlik aşkı mı? Küçümsediğimi sanma ama gençlik aşkı bir oyuncak gibidir. Büyüyünce oynayacak oyunlar değişir, oyuncaklar değişir. Oyunun kuralları değişir.. Test etmek ister misin? Büyüdün mü? Sorunun cevabını sen bilmiyor olabilirsin Baia, ama bedenin biliyor. Teslim ol bedenine. O sana cevabını versin. Gerçek aşk bedensel arzuların ve kaprislerin çok üzerindedir. Gerçek sevgiyi bedensel zevklerle yok edemezsin, bastıramazsın. Cevabı öğrenmek ister misin? Aşkın gerçek mi?"

Nasıl? Der gibi endişe ve soruyla, merakla bakıyordu Baia..

"Bir gece için... Bu gece için... Benimle kaybol. Gecenin sonunda gerçek seni bul... Bazen kim olduğumuzu bulmak için önce kendimizi kaybetmemiz gerekir... Eskilerin söylediği gibi... Gerçek seni özgürleştirecek.. Bırak gerçek seni kucaklasın.. Gerçekten korkma. Ne kadar tatlı olursa olsun en büyük düşman yalanın taa kendisidir."

Baia için bu an ve şu ucunda durduğu uçurum gerçekten de o kadar çok açıdan o kadar çok yanlıştı ki.. Bunun tarifi yoktu. Ama yine de içinde bir yangın yanıyordu. Bedeni ve aklı tutuşmuştu ve kalbi hem korku hem de heyecanla yanıyordu. Ölüm korkusu, yaşam sevinci, yeni bir ev, Efendi Smir, kızıl dolunay, Daros, aşk, bilinmez ve özgür irade..

Her şey çok karışıktı. Bu kadar karışık olmamalıydı. Her şey daha basit olmak zorundaydı. Bilmek zorundaydı. İçinde yanan bu ateşi söndürmek zorundaydı. Bu sorunları tek tek çözmek ve hepsini bilmek zorundaydı. Bütün bu korkularını tek tek feth etmek zorundaydı.. Bunlar aklında fırtınalı bir girdap ile dönüyordu...

Baia kararını vermişti. Dişiliğini bildi bileli bir kurban durumundaydı ve söz hakkı olmamıştı. Burada söz hakkı vardı ve onu kullanacaktı, onu özgürleşmek için kullanacaktı. Bilmek zorundaydı, emin olmak zorundaydı.

"Al beni, Efendim," diye kararlı ve arzusuyla, korkusuyla barışmış bir sesle inledi Baia. "Buradan," diyerek boynun işaret ettii, "ve buradan.." diyerek heyecanlı ve melodik bir sesle, bacaklarının kıvranmasıyla iyice ortaya çıkmış dişiliğinin dudaklarını işaret etti.

Smir gülümsedi ve heyecanla, nazik bir şiddetle genç kızın üzerine kapandı. Dişlerini gösterek sivriltti. "Bu biraz bile acımayacak, ilk seferinde sana çok nazik davranacağım Günışığı, zevk efsununun tadını çıkar, ben senin tadını çıkaracağım. Sabaha kadar pek çok küçük ve büyük kıyamet yaşayacağız. Sabah olduğunda, özgür olacaksın" dedi ve inleyen kızın boğazına dişlerini açlıkla geçirdi Smir.

Baia daha ilk temasla birlikte Smir'in boynuna ve beline ellerini dolayıp onu kendine farkında olmadan çekti. Bedeni kontrolü bırakması için onu çok zorluyordu ve Baia da bedenine her an daha fazla teslim oluyordu. Bu çok ama çok iyiydi, çok güzeldi. Zevk yangını kanında akıyor, bedenini sarıyor, kalbi çıldırmış atlar gibi dört nala gidiyordu. Isırışın acısını duymuştu ama acıyı kaplayan efsun o kadar güzeldi ki acı sadece aldığı zevki arttırmaya yaramıştı. Baia kesik nefeslerle kontrolsüzce inlemeye başlamıştı. İlk birleşme şoku genç kadını şehvetle ele geçirmişti.

Kan ağzına fışkırıp dolarken acemi vampirlerin yaptığı dağınık, kirli işlerden çok uzaktı Smir'in öpücüğü. Smir'in dudaklarından dışarıya tek bir damla kan sızmadı. Baia'nın boynundan dakikalar sonra dudaklarını çektiğinde şifa efsunun dokunuşu sayesinde kızın boynunda bir diş izi bile yoktu. Smir bu gece ona çok iyi bakacaktı.

Gerçekten de Smir'in söyldiği kıyametler sabaha kadar sürdü ve sabah güneş doğarken Bakire Baia artık bir bakire değildi. Hem de hiçbir şekilde, bedenini hiçbir yerinden bakire değildi.

Sabahın ilk ışıklarından önce Kael emirlere uydu. Gizli gözetleme deliğinin arkasında gözü yaşlı, çaresizce başı öne eğik Daros'u yığıldığı yerden kaldırdı. Golemden beklenmeyecek ölçüde nazik bir dokunuştu bu. Bir an için Golem ve Aygır gözgöze geldi. Golem'in gözlerinde gördüğü şey neredeyse sıcak bir dostluktu ve bu o anda Aygır'ı bütün o duygu karmaşasından bir an uzaklaştırıp şaşırttı. Prangalara vurulmuş genç savaşçı ve gardiyanı beraberce zindana yürürken sessizliği neredeyse dostça paylaştılar.

Gece dört nala gitmişti. Smir, kanını emdikten kısa bir süre sonra ,Baia'ya kendi kanıyla karışmış kanından bir yudumu, kalbine yakın yerden kestiği bir kesikten geri emdirmişti. Bu kan değişimi kuvvet efsununun doğrudan uygulanması idi ve Baia o andan sonra ışıldayan gözleriyle gecenin içinde daha bir atılgan ve hevesli olmuştu. Yorulmaya başlayan genç, narin bedeni o andan sonra genç bir kaplan gibi canlanmış ve güçlenmişti.

Sabah yaklaşırken ikiside çıplaklıklarının içinde bir altta, bir üstte, bir önde, bir arkada dans edip durdular. Bedenleri açlıkla birbirine karıştı ve bulaştı. Zevk çığlıkları, inlemeler, haykırışlar, nefeslerin senfonisi hiç durmadı. Kudurmuş bir eğlenceydi bu.

Smir'in bakirelerle ilk gecesindeki törende kullandığı hançeri güneş doğarken kınından çıkmıştı. Hançer Baia'nın kalbine tam da son ve en büyük zevk kıyametinin zirvesinde saplanmıştı. Bu hançerin vuruşu soyut bir vuruştu. Ete ve kana, kemiğe dokunmadan, duygulara vuran bir vuruştu bu. Bu Smir'in yasak büyüsüydü. Bu onun adağı, bu onun kurbanıydı.

Smir'in hançeri öyle bildik hançerlerden değildi ve özel büyüler için kullanılan bir silah, daha doğrusu bir araçtı. Daia'nın kalbine giren hançer sadece kızın aklında ve bedeninde patlayan zevk ve mutluluk kıyametlerine daha bir şiddet katıp onu çılgınlığın uçurumundan aşağıya acımasızca fırlatmıştı.

Smir törenin bu zirve anında hançerden akıp içine, ölü kalbine dolan güçle haykırırken Baia yere baygın yığılıyordu. Bu kadarı genç kadın için çok fazlaydı, bedeni ve ruhu yorgunluğun en uç sınırlarından uykuya doğru düşüyordu. Hem de çok derin bir uykuya.

Smir sarsılıyor ve acıyla, zevkle inleyip haykırıyordu. Odanın içinde karanlık ve sıcak bir güç odaya sinmiş bütün gecenin duygularını ve tenlerindeki aşk kalıntılarını emiyordu.. Vampir ve uğursuz bir açlıkla, şehvetle bütün gecenin birikmiş izlerini emip duyguların kalıntılarını toparlıyordu karanlık.

Bu uğursuz, karanlık doruk bir dakika kadar sürdü ve sonra zamanı geldiğinde Smir elindeki hançeri kendi kalbinin hemen üzerine, göğüs kafesine vurdu. Koca bir yarık açıldı orada.

Smir elini soktu ve ölü olan ama şimdi bu gecenin ve ilk gece ayininin sonunda yine atmakta olan kalbini eline aldı. Söküp çıkardı. Zevk şimdi acıların en korkuncuna dönüşmüştü ve Smir kendinden geçerek, elinde kendi göğsünden söktüğü kalbiyle yere yüz üstü yığıldı..

Elinde hala atmakta olan kalp bir kaç kısa an içinde simsiyah kararıyor ve kristalleşiyordu. Ama hala o halinde bile içten bir güçle sessizce atıyordu.

Sabah bu zevk ve büyü gecesinin sonunda Baia uyanmadan önce Smir çoktan gitmişti. Oda gecenin izlerini hala kısmen taşısa da Baia gecenin son kısmını ne duymuş ne de ona dair bir iz görmüştü. Bu Smir'in sırrıydı.

*************************

Sabah Baia giyinirken kendini Kızıl Dolunay'da kurban edilen bir Bakire gibi hissetmiyordu. Bir bakire değildi, bu doğruydu. Gece bir şey kaybetmişti ve bir şey bulmuştu.

Bekaretini ve saflığını kaybederken yeni bir görüş kazanmıştı. Dünyaya gözleri daha bir açık bakıyordu ve olayları başka açılardan da görebiliyordu. Pek çok şey daha berrak hale gelmişti. Smir'in kastettiği bu muydu bilmiyordu ama Baia hayatının bir dönemini kapattığını ve yeni dönemine bambaşka biri olarak adım attığını hissediyordu.

Üzerinden zincirleri alınmış ve rahatlamış bir Baia idi burada balkondan çevreyi izleyen.. Başını güneşli yaz göğüne çevirdi ve mavi gökyüzüne gülümserken çiçek kokularını içine çekti. Yaşamak güzeldi.

O günün gecesinde Baia ve Daros yüzüyüzeydi. Köprünün bir ucunda Erbrom beklerken diğer uçta iki genç, Efendinin izniyle yanlarında Kael ile yürüyordu sessizce...

"İkimizde çocuk değiliz artık Daros. Sen artık bir Paladinsin."
"Ve sen de artık bir bakire değilsin, bir kadınsın. Efendi'nin cariyesisin," diye itham etmeden sadece soğuk gerçeği söyledi Daros.
Baia cevap vermedi. Yolları burada ayrılmak zorundaydı. İmkansızlığın içinde bir hayali ve bir umudu paylaşmıştılar. Ama sorumlulukları ve gerçeğin acı kıskaçlarını aşmayı başaramamıştılar.
"Seni hiç unutmayacağım Baia, Kızıl Dolunay'dan önceki Baia'yı hiç unutmayacağım."
"Ben de Kızıl Dolunay'dan önceki Daros'u unutmayacağım. Seni hiç unutmayacağım," diye bütün kalbiyle söyledi Baia.

Ve böylece ayrıldılar. Ne son bir öpücük ne de son bir dokunuş oldu. Daros arkasını döndü ve yanında eşlik eden kocaman bir Kael ile uzun köprüyü taa en karşıya dek yürümeye koyuldu.

Onlar yürürken Efendi izledi ve Baia sessizce bir damla gözyaşı döktü. Efendi anlayışla ve gülümseyerek başını salladı gizli pencerede.

"Dersini aldın Aygır," diyerek büyü ile fısıldadı Smir.
"Sen de istediğini alacaksın Efendi. Senin ne istediğin biliyorum artık."
Smir aradaki büyülü bağ ile ulaşan sesi biraz merakla karşıladı.
"Neymiş istediğim Aygır?"
"Ceza. Sen cezalandırılmak istiyorsun. Bu sana sunulacak, endişe etme," derken bunu söyleyen genç adamın sesi bir an için zihninde değişmiş ve içinde ezgiler taşıyan çok başka ve güçlü bir sesle karışmıştı.
Smir güldü ama bu alaylı bir gülüşten ziyade bir meydan okumaydı.
"Sabırsızlıkla bekleyeceğim.

Köprünün ortasına geldiklerinde Kael durdu ve elinde taşıdığı kındaki kılıcı Daros'a uzattı. Gümüşkıvılcım'dı kılıç.
"Çok güzel bir kılıç. Bana vururken zarar görmemesine sevindim," diye safça ve içtenlikle söylemişti golem. Sesi güçlü ve metalik tınılıydı, zarif ve güzeldi. Gözlerinde düşmanlık nedir bilmeyen bir sakinlik ve gülümseme vardı. Bir golem değil de ruhu olan bir canlı gibiydi Kael..

Daros şaşkınlık dolu bir gülümsemeyle karşılık verdi ona.
"Teşekkürler. Adın Kael, değil mi?
"Evet," diye ilgiyle cevap verdi Kael.
"Teşekkürler Kael," diyerek içtenlikle teşekkür etti ve kocaman kule gibi goleme dostça elini uzattı.
El sıkışmaları ilginç ve garip olduğu kadar da sıcaktı.
"Gülegüle."
"Hoşçakal."

Köprü uzadı ve Erbrom yanında bir yedek atla gelip tek başına Daros'u karşıladı.

Kısaca bir şeyler konuştular Daros at binerken.. Sonra atlarını sürdüler ve tırısa kalmış bir koşuyla yollarını Kızıl Mızrak Şatosu'ndan uzağa çizdiler..

Daros'un ayrılışından bir kaç gün sonra Şato'da yaşam kızların normal dediği hale geri dönmüştü. Baia süratle uyum sağlıyor ve günlerini kızlarla dolaşıp öğrenerek, daha yakından tanışarak, gecelerini de genelde Efendi'nin yanında geçiriyordu.

Efendinin ilk birkaç geceden sonra kanını ya da dişiliğini istemesi daha seyrekleşmeye başlamıştı ve kızlar bunun normal olduğunu söylüyordu. Efendi gelgitliydi ve bu aralar uğraştığı başka büyücüsel işleri de vardı. Baia zamanla hepsini öğrenecek ve düzende kendine yer edinecekti.

Smir yalnız başına laboratuvarında oturuyor ve bir düzine kitabın saçıldığı çalışma masasında bir kitaba gömülmüş okuyordu.

Kael son gelen birkaç eşyaya yer açıyor ve indirilmiş kitaplardan işi bitenleri geri koyuyordu.
Gölgeörücünün aklına yaklaşan buluşması geldi. Ve Rom'u hatırladı. En son haber aldığından bu yana yirmi seneden çok zaman geçmişti. "Bağlantı kurma" ve "arama büyülerinin" tamamı boşa çıkmıştı. Son denemesini de altı ay kadar önce yapmıştı.

Romulion'un ölmesine ihtimal vermiyordu Smir. Çırağını iyi yetiştirmişti ve Rom çetin bir çevizdi. Üstelik ölmüş olsaydı aramaları esnasında bunu hissetmesini sağlayacak bir iki işarete rastlaması gerekirdi.. Hayır Rom ölmemişti. Peki hangi cehennemin dibindeydi bu lanet Çırak!

Romulion da zaman zaman kendi arayışının peşinde "boyutlararası geçişleri" kullanıp başka düzlemlere gitmesiyle bilinirdi ama Smir buna dair bir izi de bulamamıştı. Çırağının çok gizli bir işe karıştığını ya da başının ciddi bir belada olduğu için saklandığını bile düşünüyordu Smir.

Yine de bir kez daha denemek istedi. Ayağa kalktı ve laboratuvarında bu tür aramalar için hazırladığı "güçlendirme çemberinin" içine girdi. Büyüsünü söylerken çember ışıldamaya başlamıştı.

Romulion koca bir çölün ortasındaki küçük bir vahanın yanıbaşındaydı. Gece soğuktı ve çöl rüzgarı esiyordu. Palmiyenin gölgesinde durmuş ayşığının vaha sularında ışıldamasına dalmıştı. Yüzünde huzura benzeyen ince bir gülümseme, sanki tatlı bir uyuşukluk, bir sarhoşluk vardı.

Yanında, uzak bir köşede tatsızca somurtan "sukubusu" ve onunla muhabbet açmaya çalışan kocaman "kılıç ifriti" vardı. "İmpi" ve "cehennem devi" yanlarında "karanlık deviyle" daha uzak bir köşede aylaklık ediyordu. Sukubus haricinde diğerleri için sıkıntı diye bir sorun yoktu ama Disana gerçekten sıkıntıdan patlıyordu. On Yedi yıl boyunca Efendileri Romulion'dan hiç haber alamamıştılar ve sekiz ay önce döndüğünden bu yana da sarhoş gibiydi.

Uzun beyaz saçları rüzgarda dalgalanırken Rom başını kaldırdı. Yüzünde şaşırmış ve şimdi yeni hatırlayan bir ifade vardı. Güneş yanığı esmer teninde ışıldayan mavi gözleriyle gülümsedi. Ayağa kalktı. Orta boydan biraz daha uzun ve yakışıklı bir insandı Romulion. Genç duruşu aldatıcıydı, gölgeörücüler hep yavaş yaşlanırdı, diğer büyücülerden bile daha yavaş.. Bir gölgeörücü için çok sağlıklı ve çekici bir duruşu vardı Romulion'un..

Disana ona hevesle baktı. Döndüğünden beri Rom'dan gördüğü en büyük hayat belirtilerinden biriydi bu canlı gülümseme.

"Efendi Smir, Usta," diyerek güldü Romulion. Büyülü bir çağrı alıyordu, Disana bunu fark etmişti ve rahatlamayla gülümsedi sukubus. Smir'in adının geçmesi ifritin içini umutla doldurdu. Nihayet bu gemiyi yeniden yola sokacak bir rüzgara dair bir şey oluyordu. Smir...

*************************